Aradığınız Konuların Çoğu Mevcuttur Ctrl+F ile Bulmalısınız....Liste çok uzun...
Kırgız Türkleri arasında doğan Manas destanı Kazak-Kırgız Türk kültür dâiresi içinde bugün de bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Bu destanın XI ile XII. yüzyıllarda meydana geldiği düşünülmektedir. Destanın kahramanı Manas da, Oğuz Kağan destanının islâmî rivayetindeki ve Satuk Buğra Han gibi islâmiyeti yaymak için mücadele eden bir kahramandır. Böyle olmakla beraber Manas destanında islâmiyet öncesi Türk kültür , inanç ve kabullerinin tamamını görmek mümkündür. Bazı varyantları 4oo.ooo mısra olan Manas destanı Türk-Bozkır medeniyetinin Kazak -Kırgız dâiresinin kültür belgeseli niteliğindedir.
Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından yıkılışı anlatılmaktadır. Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı Edige Mirza Bahadır'a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır'ın devletini ayakta tutabilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda destan haline getirilmiştir. 1820'yılından itibaren yazıya geçirilen Edige destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak üzere altı rivâyeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında Alp Er Tunga ve Oğuz Kağan gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok başka destan örneği bulunmaktadır. Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve bir çok Türk topluluklarınca da bilinen Köroğlu örneği yanında daha sınırlı alanlarda tesbit edilen Danişmendname , Battalname gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır
MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ (1911-1923)
1911 yılında Selanik’te çıkan “Genç Kalemler” dergisinde Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” adlı makalesinin yayımlanmasıyla başlar. Milli Edebiyat hareketi öncelikle bir dil hareketidir. Sade Türkçe’nin bir dava olarak ele alınması ilk kez bu dergide ortaya konulmuştur. “Milli Edebiyat” terimi de ilk defa bu dergide kullanılmıştır.
Bu dönem sanatçılarının şiir anlayışıyla, Fecr-i Ati topluluğunun şiir anlayışı birbirinden pek farklı değildir. “Şiir vicdani bir keyfiyettir” düşüncesinde olan şairleri bireysel konuları işlerler. Daha sonra 1917 yılında yaptıkları bir toplantıda, hece ölçüsünü kullanma, günlük konuşma diliyle yazma noktasında birleşen şairlerin, içerik konusunda her birinin ayrı bir yaklaşımda olduğu gözlenir. Bu dönem sanatçıları Divan edebiyatını, Doğu edebiyatının, sonrasını ise Batı edebiyatının taklitçisi olmakla suçlarlar.
Şiirde daha çok bireysel konulara yönelen bu dönem sanatçıları, roman ve öyküde sosyal meselelere eğilmişler; milliyetçilik düşüncesi, Kurtuluş savaşı gibi konuları ele almışlardır. Konuların İstanbul dışına çıkarılması da bu dönemin belirgin özelliklerindendir. Ayrıca “aşk” bu dönem roman ve hikayesinin en önemli temasi olarak dikkat çeker. Bu eserlerde dil günlük konuşma dilidir.
MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNİN DİL ANLAYIŞI
1) Yabancı dilbilgisi kuralları, Arapça, Farsça ad ve sıfat tamlamaları bırakılmalıdır.
2) Yabancı sözcükler, kendi dillerinde dilbilgisi bakımından hangi türden olursa olsun, Türkçede ne olarak lullanılıyorsa, dilbilgisi yönünden o türden sayılmalıdır.
3) Arapça ve Farsça’dan gelen sözcüklerden, konuşma diline kadar girip yaygınlaşmış olanlar Türkçeleşmiş sayılmalı ve kullanılmalıdır.
4) İstanbul hanımlarının günlük konuşma dili esas alınmalıdır.
5) Terimler bilimle ilgili oldukları için aynen kullanılmalıdır.
6) Türkiye Türkçesine diğer Türk lehçelerinden sözcük alınmamalıdır.
MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİ SANATÇILARI:
ÖMER SEYFETTİN (1884-1920): Milli Edebiyat hareketinin önderlerinden olan sanatçı daha çok hikayeleriyle tanınmıştır. “Yeni Lisan” makalesinde ortaya koyduğu görüşlerini, hikayelerinde uygulamaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Dilimizin sadeleşmesinde önemli yeri olan Ömer Seyfettin, anılarından, tarihteki kahramanlıklardan ve günlük yaşayışlardan yararlanarak, gücünü çekici anlatımından, olaylardan alan, çoğunlukla beklenmedik sonuçlarla biten hikayeleriyle edebiyatımızda önemli bir yer tutar.
Hikayeleri: İlk Düşen Ak, Yüksek Ökçeler, Bomba, Gizli Mabet, Asılzadeler, Bahar ve Kelebekler, Beyaz Lale....adı verilen kitaplarda toplanmıştır.
ZİYA GÖKALP (1876-1924): Şiiri, düşüncelerini halka yaymak için bir araç olarak kabul eden sanatçı, bu türde sanatsal yönden güçlü ürünler vermemiştir. Daha çok Türkçülük düşüncesini sistemleştiren bir düşünür ve sosyolog olarak tanınmıştır. Önceleri, bütün dünya Türklerini bir bayrak altında toplamayı amaçlayan “Turancılık ”görüşüne bağlıyken, sonraları “Türkiye Türkçülüğü” düşüncesine yönelir. Günlük konuşma diliyle yazı dilinin birleştirilmesi gerektiğine inanan sanatçı eserlerinde bunu başarıyla uygular. Şiirlerinde hece ölçüsünü kullanan Ziya Gökalp (Turan adlı şiiri hariç), konu olarak daha çok eski Türk tarihine, İslameyiet önçesi dönemlere yönelir. Ayyrıca yurt, millet, ahlak, din ve uygarlık gibi konuları da eğitici bir yaklaşımla ele alır.
Eserleri:
Şiir: Kızıl Elma, Altın Işık, Yeni Hayat
Nesir: “Türkçülüğün Esasları”, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”; “Türk Medeniyeti Tarihi”, “Malta Mektupları”.
REFİK HALİT KARAY (1888-1965): Milli Edebiyat ve Cumhuriyet döneminin en ünlü öykü ve roman yazarlarındandır. Önce Fecr-i Ati edebiyatına 1917’den sonra ise Milli Edebiyata katılır. Kurtuluş Savaşı’na karşı yazılarından dolayı tutklanacağı zaman Halep’e kaçar. Çıkarılan bir af üzerine 1938’de Türkiye’ye döner. Anadolu gerçeğinin ilk olarak onun “Memleket Hikayeleri” adlı yapıtıyla edebiyata girdiği kabul ediler. Güçlü bir gözlemci olan yazar, betimlemelerinde de nesneldir. Realist bir anlayışa sahip olan yazarın sade bir dili ve yalın bir anlatımı vardır. Mizah ve eleştiri onun yapıtlarının ayrılmaz unsurlarıdır. Öykü ve romandan başka, anı, deneme, fıkra ve tiyator türlerinde de eserler vermiştir.
Eserleri:
Öykü: Memleket Hikayeleri , Gurbet Hikayeleri
Roman: Sürgün , Hilgün, Bugünün Saraylısı, İstanbul’un bir Yüzü......
Kirpinin dedikleri (Mizah yazıları).
HALİDE EDİP ADIVAR (1884-1964): Daha çok İngilizi edebiyatındaki romanlardın etkilenen sanatçının eserlerini üç grupta inceleyebiliriz. Kadın psikolojisine eğildi romanları (Seviye Talip, Raik’in Annesi, Handan), Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı romanları (Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek), toplumsal konuları ele aldığı töre romanları (Sinekli Bakkal, Tatarcık, Sonsuz Panayır....)
Dilbilgisi kurallarına ve anlatıma pek özen göstermeyen sanatçinin diğer önemli eserleri şunlardır:
Yeni Turan, Kalp Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu (Roman)
Türk’ün Ateşle imtihanı, Mor salkımlı Ev (Anı)
Harap mabetler, Dağü Çıkan Kurt, Kubbede Kalan Hoş Sada (Hikaye)
Ayrıca santçının birçok araştırma yazısı ve çevirisi vardır.
REŞAT NURİ GÜNTEKİN (1889-1956): Realist bir analyışa sahip olan yazar Milli Eğitim müfettişliği görevi ile Anadolu’yu dolaşmış, buradaki yaşamı gözlemlemiş, bu gözlemlerini yalın bir dil ve anlatımla eserlerinde dile getirmiştir.
Romanlarında yoğun bir Anadolu atmosferi vardır. Bu atmosfer içinde yurt ve toplam gerçeklerini, töreden kaynaklanan doğru ya da yanlış inanışları ele alır. Bu konular, öykülerinde, mizah unsuruyla da berleştirilerek verilir. Yazar, ilk ününü, duygulsal bir aşkı dile getirdiği ve birçok yönleriyle Anodul’yu anlattığı “Çalıkuşu” romanıyla sağlamıştır. Sanatçının önemli eserleri şunlardır:
Roman: Çalıkuşu, Damga, Yeşil Gece, Yaprak Dökümü, Bir Kadın Düşmanı, Miskinler Tekkesi, Kan Davası...
Öyküler: Tanrı Misafiri, Leyla ile Mecnun, Olağan İşler...
Oyunları: Hançer, Hülleci, Tanrı Dağı Ziyafeti...
MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ (1890-1966): Türk Edebiyatı araştırmalarını sistemleştiren ve edebiyat tarihçişi olarak ün kazanan sanatçının eserleri de bu yoldadır. Bugün bilinen birçok şair onun arıştırmaları sonucunda ortaya çıkarılmıştır.
Eserleri:
Türk Edebiyatı Tarihi, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvuflar, Divan Edebiyatı Antolojisi, Türk Saz Şairleri Antolojisi.
YAKUP KARDİ KARAOSMANOGLU (1889-1974): Romanlarında kusursuz bir anlatım ve sağlam tekniği ile dikkat çeken sanatçı, tarihi ve sosyal olaylardan her birini bir romanına konu edinerek, Tanzimat dönemiyle Atatürk Türkiyesi arasındaki dönem ve kuşakların geçirdikleri sosyal değişiklik ve bunalımları yaşayış ve görüş ayrılıklarını işlemiş: düşünce ve teze dayalı özlü yapıtlar vermiştir. Eserlerini ve içereklerini şöyle inceleyebiliriz:
“Hep o şarkı ” da Abdülaziz döneminin yaşamı,
“Bir Sürgün ”de II. Abdülhamit’in baskılı yönetimiyle savaşmak için Fransa’ya kaçan Jön türkler,
“Kiralik Konak”ta Tanzimat’tan I. Dünya Savaşı’na kadar yetişen üç kaşaktaki görüş ayrılığı,
“Hüküm Gecesi” nde Meşrutiyet devrinindeki Bektaşi tekkelerinin durumu,
“Sodom ve Gomore” de mütareke döneminde, işgal altındaki İstanbul’da ortaya çıkan ahlaki çöküntü,
“Yaban”da Kurtuluş Savaşı yıllanrındaki bir Anadolu köyü,
“Ankara” da yeni başkentin üç dönemi,
“Panorama I, II” de Cumhuriyet döneminin 1952’ye kadarki durumunu bir bir ele almıştır.
Diğer eserleri:
Anı: Zoraki Diplomat, Politikada 45 yıl,Vatan Yolunda, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları....
Monografi: Ahmet Haşim, Atatürk
Mensur şiirleri: Erenlerin Bağından, Okun Ucundan
Hikayeleri: Bir Serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikayeleri
Tiyatro eserleri: Nirvana, Veda, Sağanak, Mağara
Önemli Makaleleri: İzmir’den Bursa’ya, Ergenekon, Kadınlık ve Kadınlarımız....
YAHYA KEMAL BEYATLI (1884-1958): Milli Edebiyat hareketini makaleleri ve konferanslarıyla destekleyen sanatçının, esasen , kendine özgü Milli Edebiyat’ınkinden farklı bir anlayışı vardır. İstanbul şairi olarak tanınır. Omanlı İmparatorluğunun geçmişteki parlak günlerine büyük bir özlem duyar. Başlıca konuları: İstanbul, tarih, yurt sevgisi, aşk, ölüm ve sonsuzluktur. Divan şiirinin özünü kakalama çabası içinde olan sanatçı, eski şiirin ölçü, uyak ve ahenk unsurunu ön planda tutmuştur. Onun eserlerinde malzeme eski, şiir ise yenidir. Örneğin, Divan Edebiyatında aşkı terrennüm eden gazel biçimiyle kahramanlık şiirleri ve Istanbul’a duyduğu sevgiyi dile getiren şiirler yazmıştır.
Şiir kitapları: kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgarıyla, Rübailer,
Nesir Kitapları: Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi ve Edebi Portreler, Siyasi Hikayeler, Edebiyat Dair.
HECENİN BEŞ ŞAİRİ (BEŞ HECECİLER)
Bu şariler 19117de Selanik’te “Genç Kalemler”le başlayan Milli Edebiyat akımının ilklerine bağlı olarak, halk şiirimizin özelliklerinden, yerli kaynaklarımızdan yararlanarak, şiirimizin aruzdan heceye geçişinde önemli rol aynamışlardır. Şiirlerinde Anadolu manzaralarını ve Anadolu yaşayışını coşkulu bir dille işlemişlerdir. Hece ölçüsünün genellikle 11’li ve 14’lü kalıbını kullanmışlardır. Daha sonraları, yeni biçimler arayarak oldukça uzun şiirler de yazmışlardır. Eserlerindeki dil ise konuşma dilidir. Bu şarirlerimiz şunlardır:
HALİT FAHRİ OZANSOY
ENİS BEHİÇ KORYÜREK
YUSUF ZİYA ORTAÇ
ORHAN SEYFİ ORHON
FARUZ NAFIZ ÇAMLIBEL
Su Kasidesi
Kaside Der Na't-ı Hazret-i Nebevî
1.Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su
2.Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su
3.Zevk-i tigından aceb yok olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırakır rahneler dîvâre su
4.Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânın sözün
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su
5.Suya versin bağ-ban gülzar-ı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin-gülzâre su
6.Okşadabilmez gubârını muharrir hattına
Hâme tek bakmaktan inse sözlerine kare su
7.Ârızın yâdiyle nem-nâk olsa müjgânım n'ola
Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su
8.Gam günü etme dîl-i bîmardan tigin dirig
Hayrdır vermek karanı gicede bîmâre su
9.İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et
Susuzum bu sahrada benim'çün âre su
10.Ben lebim müştâkıyım zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su
11.Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş reftâre su
12.Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek
Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vare su
13.Dest-bûsu arzûsiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anunla yâre su
14.Serv ser-keşlik kılar kumru niyâzından meğer
Dâmenin duta ayağına düşe yalvare su
15.İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağının mîzacına gire kurtâre su
16.Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr'e su
17.Seyyid-i nev'i beşer deryâ-yı dürr-i ıstıfâ
Kim sepübdür mu'cizâtı âteş-i eşrâre su
18.Kılmağ için taze gül-zâr-i nübüvvet revnakın
Mu'cizinden eylemiş izhar seng-i hâre su
19.Mu'ciz-i bir bahr-i bî-pâyan imiş âlemde kim
Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su
20.Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima
Parmağında verdiği şiddet günü Ensâr'e su
21.Eylemiş her katreden bin bahr-i rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû için gül-i ruhsâre su
22.Eylemiş her katrede bin bahr-i rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû için gül-i ruhsâre su
23.Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su
24.Zerre zerre hâk-i der-gâhına ister salar nûr
Dönmez ol der-gâhdan ger olsa pâre pâre su
25.Zikr-i na'tın virdini derman bilir ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humar için içer mey-hâre su
26.Yâ Habîbâ'llah yâ Hayr'el-beşer müştâkınam
Eyle kim leb-teşneler yanıb diler hemvâre su
27.Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Mi'rac'da
Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su
28.Çeşm-i hûr-şidden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkâdin tecdîd eden mi'mâre su
29.Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış dîl-i sûzânıma
Var ümîdim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su
30.Yümn-i na'tinden güher olmuş Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü'lü-i şeh-vâre su
31.Hâb-ı gafletten olan bîdâr olanda Rûz-ı Haşr
Eşk-i hasretten dökende dîde-i bîdâre su
32.Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su
Günümüz Türkçesiyle
1) Ey göz, gönlümdeki ateşlere, gözyaşından su saçma, böylesine tutuşan ateşlere su çare kılmaz.
Bu beyitte Fuzulî gönlünde aşk ve ıztırabı ateşlere, gözyaşını ise, suya benzetmiştir. Su ile ateş birbirine zıttır. Su ateşi söndürür. Fakat gönül atşi maddî değil, manevîdir. Bundan dolayı gözyaşları insanın içindeki ateşi söndürmez. Bu beyit bize Fuzulî'nin muztarip, duygulu bir insan olduğunu gösteriyor. Bu beyitte tekrarlanan (s, g, d, k) konsonantları (ünsüzleri) ile (o, ö, u) vokalleri (ünlüleri) bir ahenk vücuda getirmektedir.
2) Dönen günbedin rengi mi mavidir, yoksa gözümden akan su mu onu çepçevre çevirmiştir, bilmiyorum.
Bu beyitte geçen "âb-gûn" kelimesi hem suya benzer, hem mavi renk mânâsına gelir. Fuzulî gözyaşlarının gök kubbeyi çepçevre kuşattığını söylemekle mübalağa sanatı yapıyor, gökyüzünün renginin mavi mi, yoksa gözyaşlarından dolayı mı böyle göründüğünü bilmediğini söylemekle "tecahül-i arifane" de bulunuyor. Gökyüzü, için "günbed-i devvar" (döner kubbe) tamlamasını kullanmakla da şair, gökyüzü ile göz arasında bir münasebet kuruyor. Bu beyitte tekrarlanan (n ve g) konsonlarıyla ince ve kalın yuvarlak vokaller hususî, bir âhenk vücuda getiriyor.
3) Kılıcının zevkinden gönlüm parça parça olsa, şaşılmaz, zira su zamanla duvarda yarıklar bırakır.
Fuzulî'nin bu beyitte "zevk-i tîg-kılıcının zevki" tamlamasını kullanması psikolojik bakımdan dikkati çekicidir. Fuzulî sevgilisinin verdiği acıdan şikâyet etmez, tam tersine zevk duyar. Burada söz konusu olan kılıç sevgilinin keskin bakışıdır. Şair, senin kılıca benzeyen bakışlarının yerdiği acı' bana zevk" verir fikrini "zevk-i tîg" tamlaması ile özetlemiştir. Divan şairleri bu nevi kısa, özet veya yoğun sözlerden hoşlanırlar. Onları okuyucunun çözümlemesi lâzımdır. Şair, kılıcın gönlünü çak çak (parça parça) etmesi ile suların duvarda yarıklar hâsıl etmesi arasında bir bağlantı kuruyor. Divan şairleri çok defa kılıç deyince suyu hatırlarlar. Bunun sebebi kılıcın imal edilirken su ile çelikleştirilmesidir. Bir klişe olarak kullanılan "âb-ı tîg" (kılıç suyu, kılıcın parlaklık ve keskinliği) tamlaması da onlarda su hayalini uyandırır.
4.Yaralı gönül senin (peykân)ından korka korka bahseder. Yaralı olan suyu ihtiyatla içer.
Bu beyitte geçen "peykân" sözü okun ucundaki demir mânâsına gelir. Bu da sevgilinin kirpiklerine tekabül eder. Sevgilinin oka benzeyen kirpikleri âşığı yaralar, yaralılar da suyu ihtiyatla içerler.
5.Bahçıvan boşuna zahmet çekmesin, gül bahçesini suya versin, bin gül bahçesine su verse, senin yüzün gibi bir gül açılmasına imkân yoktur.
Bu beyitte sevilen varlığın yüzü ile gül arasındaki benzeyiş dolayısıyla ikisi arasında bir mukayese yapılmıştır. Fuzulî su redifi vasıtasiyle hayali genişletiyor. Araya bahçıvanı da katıyor. Sevgili, güzellik ve başka vasıfları bakımından gülden üstündür. Şair, su vermek ile de oynuyor. Birinci mısrada "suya vermek" sözü mecazî olarak yok etmek mânâsına kullanılmıştır.
6. Yazı yazan (hattat) kalem gibi gözlerine kara su inse de, senin yüzünün hattına benzer bir hat yazamaz.
Bu beyitte "gubar,' muharrir, hat, hâme ve kara" kelimeleri arasında tenasüb sanatı vardır. Bu kelimeler birbirleriyle ilgilidir. Hat, yazı sanatıdır. Gubar, hat sanatında bir yazı çeşididir. Şair, kalem, kara ve muharrir kelimelerini hat sanatı ile münasebeti bakımından zikrediyor. Divan şairleri sevgilinin yüzündeki ince tüyleri hatta (yazıya) benzetirler. Sevgilinin yüzünün hatları, hattatın yazdığı yazılardan çok daha güzeldir. Hattat, gözlerine kalem gibi kara su ininceye dek, yani kör oluncaya kadar yazı yazsa, senin yüzünün hattına benzer bir yazı yazamaz. Şair "okşamak" kelimesini hem benzetmek, hem yüz dolayısıyle sevmek mânâsında kullanmıştır. Kalem (hame) gibi gözüne kara su inmek sözü, mecazî olarak kör olmak mânâsına gelir.
7.Yanağını hatırlarken kirpiklerim ıslansa bunda şaşılacak ne var? Gül yetiştirmek isterken, dikene verilen su boşa gitmez.
Fuzulî bu beytinde gözyaşını tatlı bir alayla yumuşatıyor. Beyit, birbiriyle ilgili şu benzetmelere dayanıyor: Yanak-gül, kirpikler-diken, gözyaşı-su. Bu beyitte eskilerin "leff ü' neşir" (sarma ve açma) dedikleri bir sanat vardır. Bu sanat, aralarında münasebet bulunan iki veya üç şey zikrederek karşılıklarını (benzerlerini) söylemek suretiyle yapılır.
8.Gam günü hasta gönülden kılıcını (kirpiklerini, bakışını) esirgemek gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.
Fuzulî, burada da ok (kılıç) -su-yaralanma mazmununa dayanıyor. Karanlık gece ile sevgilinin kara gözleri arasında da münasebet vardır.
9.Gönül, ondan ayrı olduğun zaman, onun peykinin (oka benzeyen kirpiklerini) isteyerek, hasretini teskin etmeğe çalış. Susuzum, git bu çöl de benim için su ara.
Kılıca olduğu gibi peykâna (ok ucuna) da su verilir. Şairin "git bu çölde benim için su ara" demesi demirin kuruluk bakımından çöle benzemesinden, demirde ve çölde gizli olarak su bulunmasından dolayıdır. Şairin asıl özlediği sevgilisinin bakışlarıdır.
10. Ben dudağına karşı büyük bir arzu duyuyorum. Kuru sofular ise, kevser istiyorlar; böylece sarhoşa şarap,' ayık insana da su hoş gelir.
Bu beyitte dudak kırmızılığı dolayısıyle içkiye benzetilmiştir, ve sarhoşa (aşığa) uygun görülmüştür. Kevser Cennet'te bir havuzun adıdır. Dîvan şairleri aşk ile kendinden geçenlerle kuru sofuları karşılaştırmaktan ve aralarındaki tezadı belirtmekten hoşlanırlar. Aynı beyitte birbirine paralel olan dudak-şarap, âşık-sarhoş, kevser-su, zahid-ayık insan benzetmeleriyle Fuzulî bir leff ü neşir sanatı yapmıştır.
11. Su, durmadan senin mahallendeki bahçeye doğru akıyor. Galiba o, hoş yürüyüşlü sevgiliye âşık.
Fuzulî'nin küçük bir tablo teşkil, eden bu beyti de birtakım gizli benzetmelere dayanır. "Serv-i hoş-reftar"dan maksat uzun boylu, güzel yürüyüşlü, sevgilisidir. Sevgilinin bahçesine doğru akan su âşıktır. Dîvan şairleri sevgilinin boyu için "revan" (akıcı) sıfatını da kullanırlar. Servi kelimesi, şairde su çağrışımı uyandırmıştır.
12. Toprak (set) olarak sevgilinin köyüne giden suyun yolunu kessem gerek. Zîra o benim rakibimdir. O köye gitmesine engel olmalıyım.
Şair burada yine servi dolayısıyle rakibini suya benzetiyor. Toprak olmak kelimesi mecazî olarak, ölmek mânâsına gelir. Fuzulî, bu kelimeyi hem, hakikî, hem mecazî mânâda kullanıyor.
13. Ey dostlar, eğer onun elini öpme arzusu ile ölürsem, toprağımdan bir testi yapın ve sevgiliye onunla su verin.
Fuzulî ince bir hayale dayanan bu beytinde (s) aliterasyonu ile (u) asonansının doğurduğu âhenkten de istifade ediyor.
14. Servi, kumrunun yalvarmalarına karşı dikbaşlılık ediyor. Su gitsin de onun eteğine sarılıp ayağına düşsün yalvarsın.
Servi ile kumru çok defa bir arada bulundukları için birbirlerine âşık sayılırlar. Servi, güzel boylu sevgiliye, kumru yalvaran âşığa benzer. Şair, servinin uzun oluşu ile dikbaşlılık arasında bir münasebet bulunuyor. Servi ağaçlarının dibinden akan su da bir arabulucuya benzetiliyor. Şair bu beyitte servi, kumru ve suya insana has vasıflar vermek suretiyle "teşhis" ediyor ve âdeta tabiatı masallaştırıyor.
"Servi", vahdeti (Tanrı) "su", peygamberi, "kumru" kulu temsil eder. Beyitte arka planda böyle bir mânâ da vardır.
15. Gül dalı bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor. Su, gül dalının damarına girerek bülbülü kurtarmalıdır.
Renk kelimesi, renkten başka şekil, suret ve hile mânâlarına da gelir. Şairin burada onu kullanması gül ve bülbülün kanı dolayısıyledir. Gül, kendisine kırmızı renk sağlamak maksadıyle bülbülün kanına girmek istiyor. Divan şiirinde gül ile bülbül arasında bir aşk münasebeti olduğundan bahsedilir. Şair bu beytinde de gül, bülbül ve suya insanî vasıflar izafe ediyor.
16. Su temiz tabiatını âleme aydınlık (berrak) kılmış ve Hazret-i Muhammed'in, yoluna girmiştir.
Şair bu beytinde su ile Hazret-i Muhammed'e uyan, onun yolunda giden mümin arasında bir münasebet buluyor. Temizlik dolayısıyle İslâmiyet suya büyük önem verir. Su maddî ve manevî temizliğin sembolüdür. Suyun vasıflarından biri berrak oluşudur. İyi mümin de öyledir. Onun gönlü de su gibi aydınlık, herkese açıktır.
17. Seyyid-i nev'-i beşer (insan ney'inin efendisi, Hazret-i Muhammet) seçkinlik incisinin denizidir. Onun mucizeleri kötülerin ateşi üzerine su serper.
Burada su redifi dolayısıyle Peygamber bir seçkin inciler denizine benzetilmiştir. Onun din denizi seçkin inciler yetiştirir. O, kötülük ateşlerini söndüren bir sudur. Su ile ateş arasında tezat vardır. Burada ateş kötülüğün, su iyiliğin sembolü olarak kullanılmıştır,. Bu beyitte seyyid, ıstıfa, sepmek), (beşer, ateş-i eşrar) kelimelerinde aliterasyon vardır.Hz. Muhammed doğduğu zaman ateşperestlerin ateşleri sönmüştür. Beyitte bu mucizeye de telmih vardır.
18. Peygamberlik gül bahçesinin canlılığını tazelemek için mermer taşı mucizinden (yaratıcılığından) su akıtmış.
Peygamberlik gül bahçesine su verince gül tazeleniyor. Gül Peygamberimize izafe edilen bir çiçektir. Peygamberlik müessesesi onunla taze kalmış, Son peygamber olan Peygamberimizin mucizelerinden biri kara taştan su akıtmak. Bu mucize peygamberliğinin kabulü ve yeni bir gül açılması, peygamberlik bahçesinin parlaklığının tazelenmesidir.
19. Onun mucizi âlemde öyle nihayetsiz bir hidayet denizidir ki, binlerce kâfir tapınağına (Mecusî tapınağına) o denizden hidayet ermiştir.
Peygamber doğduğu zaman vukua gelen harikulade hadiselerden biri de sönmeyen ateşlerin sönmesi (Mecusî ateşlerinin sönmüş olması)dir. Bu hadiseye telmih eden Fuzulî'ye göre peygamberimizin mucizesi öyle sonsuz bir deniz imiş ki, binlerce kâfir ateşgedesindeki ateşi söndürmeğe yetmiştir.
"Yetmiş" kelimesi hem "erişmiş" hem de "kifayet etmiş" mânâlarına gelir. Burada kifayet etmiş mânâsında tevriye!i kullanılmıştır.Ayrıca su-ateş arasında tezat vardır.
20. Şiddet günü Ensar'a parmağından akıttığı suyu kim işitse, hayretle parmağını ısırır.
Tebuk seferinde (şiddet günü) susuz kaldıkları zaman Peygamberimizin parmakları arasından oluk oluk su akmış. Bunu duyan hayretinden parmağını ısırır. Bu hadise de kullara hayret veren bir mucizedir.
21. Dostu, yılan zehri içse, ebedî hayat suyuna döner, düşmanı su içse mutlaka yılan zehri olur.
Peygamberin dostlarından maksat, hayatında iken, ona uyan sahabelerle, onun yolundan giden Müslümanlardır. Aynı imana sahip oluş, onlara da manevî bir güç verir ve onlar bu manevî güç ile, kötülükleri iyiliğe döndürebilirler. Buna karşılık, düşmanları için iyi şeyler böyle kötü bir mahiyet alır. Şair bu fikri, yılan zehrinin ebedî hayat suyuna veya tersine ebedî hayat suyunun zehre dönüşmesi sembolü olarak ifade ediyor. Burada tezat sanatı vardır.
22. Abdest almak için yanağının gülüne su serpince, her damla sudan bin rahmet denizi dalgalanmıştır.
Şair borada "gül-i ruhsar" tamlaması ile Peygamber'in yanağını güle benzetmiştir. Abdest alınırken yüz yıkanır. Peygamber'in yüzüne değen su, onun manevî gücü ile çoğalıyor, bir damladan bin rahmet denizi doğuyor. Damla ile deniz arasında tezat vardır. Bu tezat ve benzetme tasavvufta birlik (vahdet) ile çokluk (kesret) u belirtmek için kullanılır. Çok, birden doğar. Başlangıçta ilk Müslüman olan Hazret-i Muhammed tek idi. Daha sonra, Müslümanların sayısı yüzlerce milyonu aştı. Tanrı'nın insanlara acıması mânâsına gelen rahmet, Türkçe'de mecazî olarak yağmur mânâsına da gelir. Yağmur milyonlarca damladan oluşur.
23. Su senin ayağının toprağına erişeyim diye durmadan, ömürler boyu başını taştan taşa vurarak âvâre gezer durur.
Her yıl, yüz binlerce Müslüman, dünyanın dört bir yanından Hacc'a giderler. Peygamber'in mezarını ziyaret ederler. Şair, sulara da böyle kutsal bir duygu yüklüyor. Suların başını taştan taşa vurması, hem hakiki, hem mecazî mânâda kullanılmıştır. Hayat ile su arasında münasebet olduğu için şair ömür kelimesini kullanmıştır. Muttasıl kelimesi Arapça "vasl" (ulaşan, kavuşan) kökünden gelir. Bu beyitte teşhis sanatı vardır.
24. Su ister ki, senin dergâhının toprağına zerre zerre nur salsın. Parça parça olsa bile su o dergâhtan dönmez.
Toprak, su ve ışık zerre zerre, parça parça olurlar. Su ışığı yansıtır. Şair, su ve ışığın bu özelliklerine manevî bir mânâ da veriyor. Burada su ve ışığın zerre zerre veya pare pare olması sevginin gücünü ifade eder.
25. Senin na'tını zaman zaman tekrarlamayı hata ehli derman bilir. Tıpkı sarhoşun ayılması için yüzüne su serpmesi gibi.
Hata kelimesi yanlış ve günah mânâsına gelir. "Ehl-i hata"dan maksat, yanlış yola sapanlar, günahkârlardır. Onlar günahlarından kurtulmak için, sarhoşun ayılmak maksadıyle yüzüne su serpmesi gibi senin na'tını tekrarlarlar. Na't, bir şeyi medhederek anlama mânâsına gelir. Hazret-i Mu-hammed'i övmek için yazılan şiirlere de na't denilir. Belli zamanlarda okunan Kur'an cüzlerine ve dualara "vird" denilir.
26. Ey Tanrı'nın sevgilisi, ey insanların en iyisi, sana dudakları yananların su dilemeleri gibi müştakım.
27. Şen o keramet denizisin ki, Miraç gecesi feyzinin şebnemi duran ve gezen yıldızlara su götürmüştür.
Burada Hazret-i Muhammed'in Mirac'ına telmih vardır. Şebnem kelimesinin şeb'i (gece) ile Şeb-i Mîrac'ın "şeb"i aynı mânâya gelir. Şairin iki kelime atasında münasebet kurmasının sebebi budur. Feyiz: suyun taşması, bereket demektir. Şebnem ile bahar arasında tezat vardır. Peygamber'in manevî gücü o kadar kuvvetlidir ki, yeryüzünden götürdüğü şebnemi bütün yıldızlara yetecek su sağlar. Burada sudan maksat, Hazret-i Muhammed'in Miraç gecesi bütün kâinata varlığı ile vermiş olduğu feyizdir.
28. Mezarını yenileyen mimara su gerekirse, güneşin çeşmesinden her dem feyzin saf suyu iner.
Burada güneş, dünyaya feyz ve bereket verdiği için çeşmeye, güneşten akan ışık zülâle (saf su) benzetilmiştir.
29. Cehennem korkusu yanık gönlüme gam ateşi salmış, senin ihsan bulutunun o ateşe su serpeceğini umuyorum.
Mânâ bakımından bütün kelimeleri birbiriyle ilgili olan bu beyitte tenasüb veya müraat-i nazîr sanatı vardır.
30. Na'tının uğuru ile Fuzulî'nin sözleri nisan yağmurundan vücuda gelen büyük inci tanelerine benzemiştir.
Bir efsaneye, göre istiridyeler nisan ayında denizin yüzüne çıkar, yağmur yağarken kabuğunu açar, bir iki damla alır, yeniden denizin dibine inerlermiş. Bunlar zamanla inci haline gelirmiş. Fuzulî yukarıki beytinde bu efsaneye telmihte bulunuyor, kendi sözlerini inciye benzetiyor.
31. 32. Mahşer günü gaflet uykusundan uyandığımda ve hasret gözyaşlarından uykusuz gözlerim su döktüğünde (ağladığımda) umduğum odur ki, mahrum olmayayım, vaslının çeşmesi senin yüzüne teşne olan bana su versin.
Divan şairleri umumiyetle fikirlerini bir beyitte sona erdirirler. Fuzuli burada 31. beyitle 32. beyiti birbirine bağlıyor. İki beyitte de mahşer günü bahis konusudur. O gün insanlar Tanrı'ya -hayatlarında yaptıkları iyi ve kötü işlerin hesabını verecekleri için büyük bir telaş ve heyecan içinde olacaklardır. O gün Hazret-i Muhammed kendisini sevenlere şefaat edecektir.
Fuzûlî
Dede Korkut'un öğüdü
Ehmedağa MUĞANLI
Gece atlı haberci geldi, haber getirdi:
-Yatıyorsan uyan yiğit! Uyanıksan işit, yine düşman dağları aştı. Bizim ormanda at oynatır, av avlar. Gayret vaktidir.
Yiğit andını hatırladı, yerinden kalktı. Zırhını kuşandı, çelik kılıcını beline bağladı, yayını eline aldı. Anasının haberi olmasın, anası uyanmasın diye yavaş yavaş yürüdü, usulca hareket etti. Tan yeri ağarıncaya kadar düşmandan intikam alıp dönmek, anasının kederli kalbini sevindirmek istiyordu.
Ay doğup yükselmişti. Yiğit sinesi gibi geniş, yiğit yüreği gibi temiz semanın ortasında cömert elini açmış, gümüş rengi bir ışık serpiyordu yeryüzüne; dağlara, ormanlara gümüş rengi bir elbise giydirmişti.
Yiğit durdu, hilal şeklini almış aya baktı; dağlara, ormana baktı; suların hazin sesini dinledi, yadına sevgilisinin sözleri düştü: “Eğer aşkın aydan arı, sudan duru ise mehtaplı gecede bulak başında beklersin beni. Fikrinden dönersen gelme, fikrimden dönersem gelmeyeceğim”.
Kılıcı eyvandaki korkuluğa değip cıngıldadı, babasını hatırlattı, el aksakalının narasını düşürdü yadına: “Babanın intikamı senin boynundadır yiğit, sen almalısın onun intikamını!”
O, aşkı ile intikam arasında, verdiği söz ile andı arasında kalmıştı, yol ayrımındaydı. Yersiz yurtsuz yolcular gibi hangisini seçeceğini bilmiyordu. Tam bu sırada bu iki yola bir üçüncüsü daha eklendi; bahçe kapısı dövüldü, köpekler havladı.
-Hey ev sahibi!
***
O, ondokuz yaşına girmişti; elin tanınan, sayılan delikanlılarından idi. Ancak hâlâ isimsizdi. Elin adetiydi, hüner göstermeyince yiğide ad koymazlardı.
Ana onun uzun boyuna, geniş omuzlarına, pehlivan yürüyüşüne bakıp seviniyordu. Baba onun toyda-düğünde at koşturmasına, güreş tutmasına, demir eğmesine bakıp ferahlıyordu. O, demirden sağlam idi.
Birgün el aksakalları yiğidin babası Deli Dumrul’un yanına geldiler, ona dediler:
-Oğlun hünerlidir Dumrul, kuvvetlidir, ona ad konsa gerek. Meclis kur, Dede Korkut’u çağırt.
Deli Dumrul sevincinden nara attı; deveden buğra, koyundan koç kırdırdı, iri kazanlar astırdı, büyük meclis kurdu, eli konuk etti. Meclis’e Dede Korkut geldi, demirden sağlam olduğuna bakarak oğlanın adını Eldemir koydu.
-Adını ben verdim, yaşını ulu Tanrı versin! dedi.
Sonra Dede Korkut yüzünü oğlanın babasına çevirdi:
-Hey Dumrul, oğlun yiğittir, at ver ona bineği olsun; hünerlidir, güçlüdür, kılınç ver ona koruyucusu, destekçisi olsun.
Deli Dumrul at verdi oğluna toynağı sivri, kuş kanatlı. Kılınç verdi bir vuruşta taşı bölen. Yay verdi, ok verdi, dağı delen. Şarabın keskinliği Deli Dumrul’un başına vurdu, yüzünü elin yiğitlerine çevirdi:
-Hey yiğitler! Dede Korkut dedi ki, oğul babadan görmese hüner göstermez, sofra açmaz. Gelin hürmet edelim Korkut nasihatine. Atlanır yiğitler, av avlayalım, kuş kuşlayalım.
Yiğitler atlandılar.
Ana, su serpti oğlunun ardından. Oğlunun ilk avıydı, ona hayır dua etti, uğur diledi.
***
...Zümrüt donlu, yakut laleli dağların, ormanların bahar nağmesi, bahar yaşlı yiğitleri vecde getirdi, atların dizginlerini bıraktılar; kıvılcımlar çıktı, ateşler parladı küheylan atların nallarından. Yiğitler nara attılar, gürültü saldılar dağlara, derelere. Kuş, geyik, ceylan vurdular... Yiğitler yorgun düştüğünde bir ceylan çıktı karşılarına.
Deli Dumrul dedi:
-Hey yiğitler, kıymayın bu ceylana; ok atmayın, kementleri açın. Diri tutalım onu. Kim tutarsa onun olsun. Kim kaçırtırsa kendisi gitsin kısmetinin ardınca.
Yiğitler kementlerini açtılar, yüzük kaşı gibi araya aldılar dağlar güzelini. Haykırdılar, gürültü çıkardılar. Ürkmüş ceylan şaşırdı, sağa sola koşuşturdu; kaçmağa yol aradı insan çemberi arasından. Birden ayaklarını topladı, göğe sıçradı Eldemir’in iki adım uzağından. Eldemir kemendini attı, kement ceylanın beline değdi, kayıp yere düştü. Morali bozuldu yiğidin, at sürdü ceylanın ardınca. Göz açıp kapayıncaya kadar ceylan da Eldemir de görünmez oldu otların, ağaçların arkasında...
Yiğitlerden ikisi atların başını çevirdi, Eldemir’in ardından gitmek istedi. Deli Dumrul durdurdu onları:
-Gitmeyin, bırakın bahtını sınasın.
Dediler:
-Fakat dağın o tarafı düşman toprağıdır.
-Eldemir düşmana rastlar, haramiler çıkar onun karşısına.
Dumrul dediğinden dönmedi:
-Bırakın hünerini göstersin. İnin atlardan, yorulduk, dinlenin. Et pişirin, sofra kurun, kımız süzün. Açık sofra ile karşılayalım av yorgunu Eldemir’i.
Yiğitler atlarından indiler. Ocak kurdular, et pişirdiler, sofra açtılar.
Dumrul çok bekledi oğlunu. Eldemir geri dönmedi. Kebaplar yendi, kımızlar içildi. Eldemir’den haber çıkmadı. Sarhoş olup mahmurlaşan yiğitler, başlarının altına eyerlerini koyup uyukladılar... Uykuya daldılar.
Dumrul yatamadı, baba yüreği kederlendi. “Nerde kaldı Eldemir? Niye gecikti? Bir uçurumdan yuvarlanır. Düşmana, haramiye rast gelir...”
Sabredemedi Dumrul, atını eyerledi. Tatlı tatlı uyuyan yiğitleri uyandırmadı, yalnız gitti oğlunu aramaya.
***
...Ceylan sanki kanat açıp tepeleri aşıyor, derelerden geçiyor, kayadan kayaya sıçrıyor, uçurumlardan atlıyordu. Eldemir de atını ondan uzaklaştırmıyor, kestirmeden gidip her yerde önünü kesmeye çalışıyordu. Çok uzağa gitmişlerdi onlar. Eldemir’in atı kan ter içindeydi. Ceylan bir ok menzilinden fazla yaklaştırmıyordu onu. Eldemir isteseydi okla vurabilirdi ceylanı. Ancak o, avını diri tutmak istiyordu. İstiyordu ki hüner göstermiş olarak dönsün yiğitlerin yanına, babasını sevindirsin, göğsünü kabartsın. Henüz ham idi genç avcı. Bilmiyordu ki kaçan ceylan kementle tutulmaz, her at ceylana yetişemez.
Ceylan yüksek bir kayadan atladı, geniş uçurumun diğer yanına düştü. Eldemir’in atı yorulmuştu, sıçrayamadı. Yiğit öfkelenip nişan aldı. Birden:
-Elin yiğidi bize yakınlık mı gösteriyor?
Ses, Korkut nağmesi kadar tatlı, gülüş kumru şakıması gibi şakraktı. Eldemir gayrı iradi elini çekti, dönüp baktı (ceylan kaçıp gözden kayboldu). Ok Eldemir’in elinden düştü; donup kaldı atın üstünde. Ceylan oklamak isterken yiğidin kendisi oklandı; göğsünden yüreğinden.
Aşağıda bulak başında bir güzel belirmişti, ona bakıp gülümsüyordu. Uzun boylu güzel, al yanaklı, ak yüzlü, uzun kara saçları topuklarına dolaşıyordu. Sıra sıra kirpiklerini her kırpışında sanki nice oklar yiğidin sevdalı kalbine saplanıyordu.
Eldemir elinde olmadan atından indi. Her taraftan şen kahkahalar işitiliyordu, sanki kayaların ardında keklikler ötüşüyordu. Eldemir kendine gelip etrafa baktı. Güzel yalnız değildi; kırk ince belli kızla çıkmıştı bahar gezintisine. Gülden, çiçekten ayırdedilemiyordu elin gül yüzlü, güleryüzlü güzelleri.
Eldemir kızların yanına geldi, elini bağrına vurup selam verdi; uzun boylu, ela gözlü güzelle yüz yüze geldi. Kızlar onları araya aldılar.
Yiğit sordu:
-Kimin neyisin kız?
Selvi boylu güzelin eğri kaşları gerildi, ok gibi kirpikleri titreşti, gonca dudakları gül gibi açıldı:
-Bana Beyrek kızı Gülçin derler, yiğit.
Eldemir’in yüreği titredi, damarlarında kanı çağladı. “Demek Gülçin dedikleri güzel bu imiş!” O, babasından, anasından Beyrek kızı Gülçin’in tarifini çok işitmişti. “Bu imiş dile, ağıza sığmayan Gülçin! O methiyeler nere, bu güzellik nere!..”
Bu kez kız sordu:
-Peki sen kimin neyisin yiğit?
Eldemir bir kez daha elini bağrına bastı, baş eğdi, ihtiramla konuştu:
-Bana da Dumrul Oğlu Eldemir derler, el güzeli.
Gülçin’in ok gibi kirpikleri aşağı indi, siper çekti ela gözlerine. Kızın başı da sinesine eğildi. Kara saç örgüleri göğsünde kıvrılıp açıldı. “Ah bu imiş ozanların nağme okudukları Eldemir Yiğit!” Gülçin de babasının, anasının Dumrul Oğlu Eldemir’den sevinçle bahsettiklerini çok görmüştü. Başını kaldırdı; ok kirpikler de kalktı. Kızın ela gözleri yiğidin kara gözlerine dikildi. Gözler yüreklere yol buldu, yüreklerden haberler getirdi. Yürekler çırpınıyordu, yürekler dövünüyordu kemende yakalanmış ceylanlar gibi. Dilleri lal olmuştu, gözler konuşuyor, yürekler fısıldaşıyordu.
Kızların tatlı gülüşü ayılttı onları, göklerden yere indirdi. Elin adetini, erenlerin nasihatini hatırlattı onlara.
Kızın sesi titredi:
-Elimizin adetlerini bilmiyor musun yiğit?
Eldemir de kendine gelmişti; yiğitler gibi kibirli konuştu:
-Bilirim el güzeli. Yar, yari ile denk olmalı şartını da bilirim.
Gülçin’in gül dudaklarında hoş bir tebessüm belirdi. Yiğidin sertliğini beğenmişti. Dedi:
-Şartın birini sana bağışlıyorum yiğit, ceylan kovaladın, atın yorgun. Ok atacağız, güreş tutacağız.
Ok attılar, okları yan yana, uç uca hedefe değdi. Güreş tuttular. Taş, kayaya rastlamıştı. Kızlar daire halinde etraflarını çevirmişti. Gah Dumrul Oğlu Eldemir’i alkışlıyor, gah da Beyrek Kızı Gülçin’e arka çıkıyorlardı. Çok uğraştılar, çok oyun denediler, hiçbiri üstün gelemedi. Yorulmuşlardı... Birden Eldemir er oğlu er gibi nara attı (bu onun ilk narası idi), hiddetle Gülçin’i başının üstüne kaldırdı. Gazabı yatıştı, kıymadı el güzeline, vurmadı onu yere; kızın sırtını usulca koydu zümrüt otların, yakut lalelerin üstüne. Eğildi kızın iki kaşının arasından öptü:
-Toy ne vakit olsun kız?
-Yiğit, bir gülle bahar olmaz demiş erenler. Sevgilinin güvenilirliği de sadakati de sınansa gerek, sonu pişmanlık olmasın. Mühlet ver biraz düşünelim, bir de sınayalım birbirimizi.
Eldemir dedi:
-Razıyım el güzeli, üç gün sonra karanlık kavuşunca bekleyeceğim seni burada. Bırak karanlık seni kem gözden, kötü sözden korusun.
Kirpikten duvar yıkıldı, ela gözler yeniden kara gözlere dikildi. Bu defa ateşli, öfkeliydi ela gözler:
-Karanlık kara kalplilerin görüş zamanı olabilir yiğit! Kara kalpliler, karanlıkta birbirinden dilek diler! Eğer sevgin aydan arı, sudan duru ise, mehtaplı gecede bulak başında bekle beni. Fikrinden dönersen gelme. Fikrimden dönersem gelmeyeceğim.
-Fakat karanlık şimdi başlıyor, aydınlığa daha bir bir ömür kalıyor.
-Ozan demiş ki yiğit, ayrılık sevginin mihenk taşıdır. Ne kadar uzun olursa o kadar vefalı olur. Vefalı sevginin ise ömrü uzun olur.
Eldemir, el güzelinin aklına, olgunluğuna hayran kaldı. Dedi:
-Senin dediğin olsun Gülçin, ozanın dediği olsun.
***
...Eldemir, atını yavaş yavaş sürüyordu, düşünceli idi. Tatlı idi onun düşünceleri, Korkut sözü, Korkut nağmesi, aksakal masalı gibi. Sırlı, efsaneli masal dünyasına düşmüştü sanki. Burada herşey güzeldi, herşey dile gelip konuşuyordu. Kuşlar da, güller de, ağaçlar da muhabbet nağmesi okuyordu.
Eldemir düşünüyordu: “Babam soracak, avın nerede oğul? Avım bulakta kaldı diyeceğim. Kendisi de bir zamanlar gençti, anlar beni. Ne gördün, ne işittin diyecek. Diyeceğim ki oğlu olan evlendirmiş, kızı olan başkasına vermiş. Şüphesiz, kendisi de bir vakitler böyle cevap vermiştir dedeme. Seni de evlendirmek mi gerek oğul diyecek. Şüphesiz, bir zamanlar dedem de ona böyle sormuştur. Bana öyle bir kız gerek ki diyeceğim, ben yerimden kalkmadan o kalkmış olsun, ben düşman üstüne varmadan o bana düşman başı getirmiş olsun. Şüphesiz babam gülüp, sen kendine kadın değil, yardımcı, yoldaş diliyorsun. Elbette yadına, kendisinin tarif ettiği Beyrek Kızı Gülçin düşecek. Diyecek ki...”
Birden dehşetli bir gürültü koptu. Dağların tepesinde, dağ boyunda iki kara bulut kafa kafaya geldi, ateşli oklar yağdırdılar birbirlerine, ateşli kılınçlarını sıyırdılar birbirlerine karşı, nara attılar.
Bulutların narasından dağlar titredi., ateşli kılıçları ile doğradı birbirini kara bulutlar. Bulutların gözyaşları sağanak yağmura döndü. Ağaçlar saçlarını yoldu. Kişnedi bulutlar, ağladı bulutlar. Gök yere, yer göğe kavuştu. Dağların arasından önce gazaplı bir nara koptu, sonra dehşetli bir feryat yükseldi. Feryat, ele kadar geldi.
...El toplandı: “Burada bir yiğit ölmüş, gök kişniyor, bulut ağlıyor!”
Ölen Dumrul idi. Elin kılıncı keskin yiğidi Deli Dumrul.
Dumrul, oğlunu çok aradı, hiçbir tarafta ondan bir iz göremedi. Bağırdı, oğluna seslendi. Sesi dağlara ormanlara yayıldı, kayalarda yankılandı; oğlundan bir ses gelmedi. Düşman geldi onun sesine, dağı aştı, yiğidin arkasını kesti. Çoktandır o, Dumrul’un kanına susamıştı. Fırsat arıyordu, eli Dumrul’suz bırakmak için. Yiğit hata etti, elden uzaklaştı, fırsat geçti düşmanın eline. Hain, korkak olur demişler. Korktu hain, Dumrul’la yüz yüze gelmekten, metçe savaşmaktan çekindi. Okla arkadan vurdu onu. Dumrul’un deli narası, dağların feryadına dönüştü.
...El, defnediyordu kılıncı keskin yiğidi. Eldemir de tutmuştu babasının tabutundan, elle birlikte son yolculuğuna uğurluyordu onu. Gam yükü eziyordu onun henüz katılaşmamış omuzlarını, düz endamını. Sevdalı kalbini sıkıyordu. Dönüp sağına baktı, elin seçme yiğitlerini gördü, hepsi kederli, gazaplı idi. Dönüp soluna baktı, elin görmüş geçirmiş aksakallarını gördü, hepsi dertli, kederliydi. Hepsi yas tutuyordu elin kılıncı keskin oğluna.
... Dumrul’un kabrinin üstünde el aksakalı gazaplı bir nara attı:
-Kısas!
Mine’l-kısas!
Elin yiğitleri kılınçlarını çıkarıp başlarının üzerinde tuttular. Bu, “hepimiz Dumrul’un intikamını almaya hazırız” anlamına geliyordu; Düşman tek başına geldi; biz de tek gitmeliyiz onun üstüne, tüm eli savaşa sürmeyin. Birimizi göster aksakal!”
El Aksakalı elini Eldemir’e uzattı.
-Babanın intikamı senin boynundadır, yiğit, sen almalısın onun intikamını!
Eldemir diz çöktü el yiğitlerinin, aksakallarının huzurunda. Babasının kılıncını ellerinin üstünde kaldırdı; önünde tuttu. Gözleri ile anasını aradı, tepeden tırnağa karalar giyinmiş anasının solgun yüzüne, yaşlı gözlerine baktı.
Ana kirpiklerini indirdi; yaslı, nemli gözlerini oğlundan kaçırdı.
***
...Eldemir düşünceli duruyordu eyvanda. Aya bakıyordu, gümüş giysili dağlara, ormanlara bakıyordu. O, aşkla intikam arasında, sevgilisine verdiği söz ile andı arasında kalmıştı. Yol ayrımındaydı; yersiz yurtsuz yolcular gibi, hangisini seçeceğini bilmiyordu. Tam bu sırada bir üçüncü yol eklendi bu iki yola. Bahçe kapısı dövüldü, köpekler havladı.
-Hey ev sahibi!
Bu sesi duyan anası da çıktı eyvana. Siyahlara bürünmüş olarak... Ayın gümüş renkli ışığında onun yaslı siması daha da kederli görünüyordu.
Eldemir ileri yürüdü, selam verdi, yaslı elemli anasının karşısında başını eğdi.
-Ana! Azizim, iki gözüm ana! Atlı haberci geldi, haber getirdi; babamın katili yine dağı aşmış, bizim ele ayak basmış; ormanlarımızda at oynatıp av avlıyor. Gidip ondan babamın intikamını almalıyım. Gitmesem, fırsatı elden kaçırsam elalem kınar beni. Sevgilimle de söz kestik, mehtaplı gecede bulak başında buluşmalıyız. Bu bizim ilk sözümüz, ilk sınavımızdır. Gitmesem yüz çevirir, sonsuza kadar yitiririm onu. Kapıya da konuk geldi, konuğu karşılamalıyım. Üçlü bir yol ayrımındayım ana, üçü de vacip. Söyle bana, hangisini seçeyim?
Ana, oğlunun gözlerinin içine baktı, kesin bir dille konuştu:
-Oğul, sözümü dinle. Sen gayretli oğulsan babanın intikamını her zaman alabilirsin. Sevgilin doğru sözlü ise, ahdine bağlı ise bir defa buluşmaya gitmemekle senden yüz çevirmez. Kapıya konuk gelmiş oğul, konuğu karşıla. Ne deden ne baban bu kapıdan konuk çevirdi; konuk düşman da olsa ağırlandı, hürmet gördü bu evde. Bir kapıdan bir konuk boynu bükük dönerse, o kapıyı bir daha konuk çalmaz. Dede Korkut dedi ki: “Konuk gelmeyen kara evler yıkılsa yeğdir”. İtibar et Dede Korkut’un öğüdüne, bozma dedenin, babanın yolunu, elin adetini. Git konuğu karşıla. Düşman da olsa ağırla, hürmet et.
A) İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATI
Türkler, yerleşik hayata geçmeden önce atlı-göçebe medeniyeti denilen bir medeniyet tarzı içinde yaşamaktaydı. Adından da anlaşılacağı gibi, bu medeniyet tarzında atın önemli bir yeri vardır. At, ehil hayvanlar içinde en hızlısıdır. Türkler, ehlîleştirdikleri atlarla akıncılık yapmışlar, çiftçilikle uğraşan kavimler üzerinde üstünlük sağlamışlardır. Divânü Lûgati't-Türk'te yer alan "Kuş kanadı ile Türk atı ile." ata sözü, atın Türklerin hayatında oynadığı rolü çok güzel anlatır.
At, eski Türklerde binek hayvanı olması yanında aynı zamanda yiyecek, içecek ve giyecek kaynağı olmuştur. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için at sürüleri besleyen Türkler, yaylak ve kışlak hayatı yaşamak zorunda kalmışlardır.
Türkler, geçimlerini sağlamak için akıncılığı bir meslek hâline getirmişlerdir. Akıncılığın en önemli iki silâhı ok ve yaydır. Bunları kullanmakta çok usta olan Türkler, akıncılık dışında avcılık ile bu maharetlerini geliştiriyorlardı. Sonuç olarak atçılık, avcılık ve akıncılık, atlı-göçebe medeniyetinin temelini oluşturuyordu. Bu hayat tarzı, kuvvetli, cesaretli avcı ve akıncı tipini gerekli kılıyordu. Türk destanlarındaki kahramanlar, bu medeniyetin hayat anlayışını ve ideal insan tipini temsil ederler. Destan kahramanlarının hayatlarına hâkim olan ve şahsiyetlerini şekillendiren, bu medeniyet tarzının temel değerleridir. İslâmiyet öncesindeki edebî eserleri değerlendirirken, toplumun bu özelliklerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Genel Özellikleri
a) İslâmiyet öncesindeki Türk edebiyatı yabancı etkilerden uzak bir edebiyattır.
b) Dil, saf Türkçe olup, yabancı kelime yok denecek kadar azdır.
c) Edebiyat, atlı göçebe hayatının özelliklerini yansıtır.
d) Eserler, genellikle anonimdir; pek azının sahipleri bilinmektedir.
e) Eserlerin tamamında milletin ortak duygu ve düşünceleri hâkimdir.
f) Nazım birimi genellikle dörtlüktür. Dörtlüklerin kafiye şeması aaab şeklindedir.
g) Şiirde hece vezni ve daha çok yarım kafiye kullanılmıştır.
h) En eski eserlerde bile işlenmiş bir dil ve edebî üslûp görülür. Bu durum, bilinenlerden daha eski metinlerin olduğunu düşündürmektedir.
i) Yiğitlik, yurt ve tabiat sevgisi, büyüklere saygı, işlenen başlıca temalardır.
________________________________________
B) GEÇİŞ DÖNEMİ ÖZELLİKLERİ
Türkler X. yüzyılda İslâmiyeti kabul ettikten sonra Türk dili ve edebiyatında değişiklikler görülür.
İslâmî devir Türk edebiyatının ilk ürünleri XI ve XII. yüzyıllarda ortaya çıkar. Bunlardan ilki, Karahanlı Devleti zamanında Hakaniye Türkçesi ile yazılmış olan Yusuf Has Hâcib'in Kutadgu Bilig'idir. Aynı yüzyılda yazılmış bulunan Kâşgarlı Mahmut'un Divânü Lûgati't-Türk'ü de İslâmî devir Türk edebiyatının ilk ürünlerindendir. Bu eserler arasına XIII. yüzyılın başında Yüknekli Edip Ahmet'in kaleme aldığı Atabetü'l-Hakâyık'ı da katmak gerekir.
XII. yüzyılda Orta Asya'da Ahmet Yesevî ve Hakim Süleyman Ata, dinî-tasavvufî halk şiirinin ilk güzel örneklerini vermişlerdir.
İlk İslâmî eserlerin meydana getirildiği bu yüzyıllarda edebiyatın her alanında bir ikilik bulunmaktadır. Bu da, geçiş döneminin bir özelliğidir.
Genel Özellikleri
a) Türk edebiyatı bu yüzyıllarda bir geçiş dönemi yaşar. Bir yandan, eski edebiyat anlayışı sürdürülürken, öbür yandan yeni medeniyetin edebiyat anlayışına uygun eserler verilir.
b) Dilde Arapça ve Farsça kelimeler görülür.
c) Uygur alfabesi yanında, Arap alfabesi de kullanılır.
d) Şiirlerde, hem millî nazım birimi olan dörtlük, hem de yeni şiirin nazım birimi olan beyit kullanılmıştır.
e) Hece vezni ile birlikte aruz veznine yer verilmiştir.
________________________________________
C) HALK EDEBİYATI
a) Âşık edebiyatı şiir ağırlıklı bir edebiyattır.
b) Âşık veya saz şairi denilen sanatçılar tarafından daima müzik eşliğinde söylenir.
c) Âşıklar, bu edebiyatın mensur kısmını oluşturan halk hikâyelerinin oluşumu, gelişimi ve aktarılmasında da önemli rol oynarlar.
d) Şiirde nazım birimi dörtlüktür.
e) Koşma, semâî gibi nazım şekilleri ile güzelleme, koçaklama, ağıt ve taşlama türlerinde şiirler yazılmıştır.
f) Yaygın olarak hece ölçüsü kullanılmıştır.
g) Klâsik edebiyatın etkisiyle, aruz ölçüsü ve beyitlerden oluşan divan, kalenderî gibi nazım şekilleri de kullanılmıştır.
h) Âşık edebiyatı doğaçlamaya (irtical) dayanır. Âşıklar, eserlerini bir ön hazırlık olmaksızın, doğrudan sözlü olarak meydana getirirler.
ı) Söylendikleri, yaşatıldıkları devir ve çevrenin yaygın Türkçesi kullanılmıştır.
j) Dinî-tasavvufî edebiyatın etkisinde kalmıştır
Sözlü olarak aktarılan, söyleyeni belli olmadığı için halkın malı olan edebi ürünler, Anonim Halk Edebiyatı'nı oluşturular.
Manzum Eserler
Anonim Halk Edebiyatı'nın şiir özellikleri taşıyan ürünleridir.
Mani
Yaratıcısı adsız halk sanatçıları olan dörtlük biçimindeki şiir türüdür. Çoğunlukla 7 heceli ve 4 dizeli tek kıtadan oluşur. Birinci, ikinci ve dördüncü dizeler, birbiriyle uyaklı, üçüncü dize bağımsızdır. Buna göre uyak düzeni şöyledir: (a a x a). Tek dörtlükten oluşan maniler dışında 5, 6, 7, 8, 10, 14 dizeli maniler oldugu gibi, uyak düzeni (a x a x) biçiminde olan maniler de vardir.
Türkü
Ezgiyle okunan ve bentlerden oluşan, genellikle yaratıcısı belli olmayan bir şiir biçimidir. Türkü, daha çok yedili, sekizli, onbirli hece kaliplariyla söylenir. Bentler ve onları izleyen nakaratlar (bağlam ya da kavuştak da denir) kendi aralarında uyaklıdır.
Nakarat, bazen bentlerle aynı kalıpta bazen farklı kalıplarda olur. Dörder, üçer, ikişer dizelik bentlerle kurulan türküler vardir. Her bentten sonra yinelenen nakarat, dört, üç ya da bir dizeli olabilir.
Baz türküler, mani biçiminde dörtlüklerle kurulmuştur. Bunların bazen yine mani biçiminde nakaratları olur. Bir türküyü ilk söyleyen halk sanatçısının adı unutulmuştur. Ancak sahibi bilinen türküler (Karacaoglan türküleri) de vardir.
Bir türkü, zaman boyunca türlü degişmeler uğrayarak yaşamasını sürdürür. Türküler, doğayı, aşkı, ayrılığı, ölümü, kahramanlik ve askerliği, günlük yaşamin türlü olaylarını konu edinir. Kına gecesi, düğün, iş, oyun türküleri vardır.
Ninni
Çocukları uyutmak için söylenen ağır ve tekdüze şarkıdır. Ninni, basit sözlü bir türküdür. Yaratıcısı belli olmayan metin yinelenirken, bebeğin durumuna, annenin etkilendiği koşullara göre, sözlerinde bazı değişiklikler yapılır.
Dizelerin ya da dörtlüklerin sonunda "ninni", "e yavruma e e e", "hu, hu, hoppala" gibi sözler yinelenir. Zaman zaman "Dandini dandini danalı bebek" türünden yansımalı dizelere de yer verilir.
Anne ninnisinde, yavrusunun uslu durmasını, kolayca uyumasını ister. Kolayca yürümesini, büyümesini, sünnet olmasını, iyi bir meslek edinmesini, kız çocuk ise gelin olmasını ister.
Anne, bebeğini uyuturken harekete uygun bir ritimle, bebeğin huysuz ya da uysal davranışına uyacak biçimde sesini düzenler. Bebek uyumaya başladığında, sesini alçaltarak ninnisini bitirir.
Tekerleme
Masalın uygun yerlerinde kullanılan basmakalıp sözlerdir. Masalın başı, şaşırtıcı ve güldürücü olayların anlatıldığı bölümdür. Masalın başında, asıl masaldan önce yer verilen tekerlemeler, akıl ilkelerine alabildiğince yan çizer; abartmalı çelişkileri sergiler. Tekerlemeler, baş uyaklar ve uyaklarına, ses yinelemelerine, özgür çağrışımlarına dayanır; bir bakıma gerçek üstü şiire yaklaşır.
Bilmece
Birşeyi üstü örtülü sözcüklerle betimleyerek, dinleyeni, ne olduğunu bilmeye davet eden küçük şiirdir. Bilmecelerin bir bölümü manzumdur. Bunlaıin arasında beyit, mani gibi biçimini korumuş olanları da vardır.
Kimi bilmeceler ise aşınıp değişerek başlangıçtaki manzum şeklinden uzaklaşmıştır. Kolay söylenmesi, hatırda tutulması için manzum olmayan bilmecelerde de bazı biçimsel anlatma tekniklerine, iç uyaklara, ses yinelemelerine başvurulduğu görülür.
Destan
Gerçeküstü ile gerçeğin, efsane ile tarihin birbirine karıştığı, bir kahramanı ya da önemli bir tarihsel olayı övüp yücelten, uzun manzumedir. Türk destanları, bir şair tarafından topluca yazılmadığı gibi, bir folklorcu tarafından da destancı halk şairleri ağzından derlenip yazıya geçirilmemiştir. Bunların ancak konuları üzerinde bilgimiz vardır; bu konulara, çoklukla, Çin, İran, Arap kaynaklarında ve bazı Türkçe kaynaklarda rastlanmıştır.
Ağıt
Ağıt, diğer halk şiiri türlerine göre biraz daha özgürce uyaklanır ve ilk söyleyeni, bir süre geçtikten sonra unutulur. Daha çok Orta ve Güney Anadolu'da Afşar ve Türkmen kökenli toplumlarda, belli geleneksel eylemlere uyularak, ölünün başında ya da gömüldükten sonra, genellikle kadınlar tarafından söylenir.
Ağıt'a, İslamiyet'ten önce "sagu", Azerbaycan'da da "ağı", Kerkük Türklerinde "sazlamağ", Türkmencede "ağı", "tavs" ya da "tavşa" denirdi. Âşıkların da ağıt olarak adlandırılan sekiz ve on bir heceli ya da aruzla söylenmiş şiirleri vardır.
Mensur Eserler
Düz yazı biçiminde yazılmış yaptılardır.
Masal
Masalların büyük bir kısmı, olağanüstü kişileri ve olayları konu edinir. Kahramanlarını, yaşanan çevreden alan masallar da vardır. Ancak bütün masallar, hayal ürünü ve uydurma olduklarını belli eden bir anlatıma sahiptir. Türk masallarında dinleyici üzerindeki bu yabancılaştırma etkisi tekerlemelerle yapılır.
Atasözü
Halk içinden çıkan, bir öğüdü, sağ duyusal bir gerçekliği ya da deneyime dayalı bir gözlemi dile getiren ve halkın ortak kullanımına giren kısa özlü sözlerdir.
Deyim
Belli bir dile özgü ve bir başka dilde sözdizimsel karşılığı bulunmayan dilsel biçimdir.
Fıkra
Hikaye, latife, nükte, kıssa da denir. Yazılı kaynaklarda, letaifname, fıkrarat adları altında derlenmiştir. Konularını gülünç yaşam olayları, insan-toplum ilişkilerindeki çatışmalar ve çelişkiler oluşturur.
Gerçek olaylardan yola çıkarak, düz yazı dilinde, başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleriyle anlatılır. Tanzimat Dönemi'nden itibaren, gazetelerde herhangi bir olayı, bir görüş ya da bir düşünceye bağlayarak, ciddi ya da eğlenceli kısa yazı biçiminde konu edinen türe de fıkra adı verildi.
Halk Hikâyeleri
Halk Edebiyatı'nda, hikayeci ve âşıklar tarafından, kahvelerde, köy odalarında, düğün toplantılarında söylenen hikâyelere "halk hikayesi" diye anılır. 15. yüzyılda yazıldığı sanılan, destansı bir nitelik gösteren Kitabı-Dede Korkut'taki hikayeler, bunun ilk örnekleri kabul edilir.
Tasavvuf, Türklerin İslamiyet'i kabulunden sonra Anadolu'da kendini göstermiştir. Tasavvuf düşünürlerine "mutasavvıf" denir. Mutasavvıflara göre, Allah'a bilmeden O'na ulaşılamaz. Dini tasavvufi halk edebiyatı, Allah aşkı, doğruluk, nefse hakim olma, ahlak, toplum gibi konuları işler.
Manzum Eserler
Şiirsel özelliğe sahip, dini tasavvufi halk edebiyatı ürünleridir.
İlahi
Türk Halk Edebiyatı'nda din ve tasavvuf konularında, ezgiyle söylenen şiir türüdür. İlahinin özel bir biçimi yoktur. Koşma, semai biçimlerde olur. 7-8 heceli olanları genellikle dörtlüklerden, 11 ve daha çok heceli olanları ise beyitlerden oluşur.
Nefes
Alevi ve Bektaşi şairlerin, ayinlerde, meclislerde ezgiyle okunan, koşma biçimindeki şiirleridir.
Nutuk
Tarikata yeni giren dervişlere, tarikat derecelerini, tarikat adâbını öğretmek için söylenmiş şiirlerdir.
Deme
Tükmen Alevi Bektaşilerinin, aşık tarzı halk edebiyatı nazım türü olan nefese verdiği isimdir.
Devriye
Özellikle Alevi-Bektaşi Edebiyatı'nda, tasavvuf düşüncesinin devir kuramını konu edinen şiirlerdir. Destan, koşma, nefes, ilahi gibi biçimlerde yazılırdı.
Şathiye
Tekke şairlerini,n tasavvuf konularını örtülü bir biçimde işledikleri, Tanrı'ya senli benli bir söyleyişle seslendikleri şiir türüdür. Şathiyelerde, dinsel inançlar konu edilinirken yer yer alaycı bir dil kullanılır. İlk bakışta saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği görülür. Şeriata aykırı ya da anlamsız gibi söylenmiş şathiyeler, varlık birliği inancına bağlı türlü görüşleri yansıtır.
Mensur Eserler
Düz yazı (nesir) olarak yazılmış yapıtlardır.
Fütüvvetname
Fütüvvetle ilgili değerlendirmelerin, geleneklerin yer verildiği, fütüvvetin ilkelerini, tarihini, niteliklerini, törelerini konu edinen yapıtlara verilen addır. Bu yapıtlarda, fütüvvetlerin özellikleri açıklanır, fütüvvet yoluna girerken uyulması gereken kurallar belirtilir. Günümüze ulaşan en eski fütüvvetname, 10. yüzyılda mutasavvıf Sülemi tarafından yazılan Arapça Kitab ül-fütüvve'dir.
Silemi, yapıtlarında, füttüvetin kurallarından, yol ve yordamından söz eder; fütüvveti uygunsuz davranışlardan kaçınmak, Tanrı'ya itaat etmek, ahlak üstünlüklerini, güzelliklerini korumak şeklinde tanımlar.
Gazavetname
Türk Edebiyatı'nda, savaşları konu edinen yapıtlara verilen isimdir. Gazavetname ile daha çok din düşmanları üzerine, gazilerin düzenledikleri akın ve savaşları, bu sırada gösterilen kahramanlıkları anlatan yapıtlar kastedilir. Bu kentin ya da bir kalenin alınmasını konu edinen yapıtlara "fetihname", düşmanın yenilgisiyle biten savaşları konu edinenlere ise "zafername" denirse de, bu gibi farklılıklar daha sonra birbirine karıştırılmış ve bunların tümüne birden "gazavetname" denilmiştir.
Menakıbname
Menakıbnamelerde, kahramanların, din ulularının, tarikat büyüklerinin yaşamları, gösterdikleri kerametler yer alır. Kahramanlar, olağanüstü nitelikler taşır, olağanüstü işler yaparlar.
Battalname
Battal Gazi'nin menkıbeleşmiş hayatı üzerine kurulmuş destansal halk hikayesidir. Yapıtta, Battal Gazi'nin tarihsel kişiliği çerçevesinde oluşan menkıbelerin yanısıra, başkalarına ait kahramanlıkların Battal'a mal edilmesi ve hikâyecinin düşsel katkısı ile oluşan; böylece gerçek tarihten iyice uzaklaşan serüvenler anlatılır. Battal'ın adı çerçevesinde oluşmuş iki halk hikayesi vardır: Arapça "Z'at ül-himme" (halk ağızında Zelhimme) ile Türkçe "Battalname".
-A-
* Aba vakti aba, yaba vakti yaba : Her şey zamanında yapılırsa kişi kazançlı olur.
* Abanın kadri yağmurda bilinir : Daha önce kıymetsiz gibi görünen bir çok şeyin, kullanım zamanı geldiğinde değeri artar.
* Abdal abdalın ne umduğunu, ne bulduğunu ister : Sosyal seviyesi eşit insanlar birbirlerini çekemezler.
* Acemi katır kapı önünde yük indirir : Elinden yeterince iş gelmeyen kimseler, kendilerine verilen görevi istenildiği biçimde yapamazlar veya yarım bırakıp kaçarlar.
* Acemi nalbant gibi kah nalına vurur, kah mıhına : Söylediği sözlerle yaptığı işler arasında tutarlılık yoktur. Bunu da genellikle bilmeyerek yapar.
* Acı patlıcanı kırağı çalmaz : Hayatta birçok problemlerle karşılaşıp bunlardan başarı ile çıkmış olanlar, bundan sonra karşılaşacakları zorlukları da atlatıp başarı ile çıkarlar.
* Akıl kişiye sermayedir : Kişinin yaptığı işte başarı sağlaması, aklını kullanması ile orantılıdır.
* At yedi günde, it yediği günde : Toplumlar arası ilişkilerde olgun ve asil kişiler, kişiliklerini hemen ortaya koymazlar.
* Ayranım ekşidir diyen olmaz : Her kişi neyi ele almışsa onun iyi olduğunu savunur.
-B-
* Baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği : Kadınlar için baba evinde kalmak, belli bir zamana kadar normaldir. Evlendiği zaman ise kendi kurallarına göre yaşayacağından dolayı daha rahat olacaktır.
* Baba koruk yer, oğlunun dişi kamaşır : Aile reisi olan babanın önceleri yaptığı kötü bir işin sıkıntısını çocuğu çeker.
* Babadan mal kalır, kemal kalmaz : Babası ölen kişiye maddi varlıklar kalabilir ama olgunluk ve fazileti miras olarak kalmaz.
* Babaya dayanma, karıya güvenme : Kişi, maddi konularda babasına değil kendine güvenmelidir. Kadın ise kolay etkilenen bir varlık olduğu için verilen sırları bir başkasına aktarabilir.
* Baca eğri de olsa dumanı doğru çıkar : Yaradılışı itibariyle iyi olan kişi en kötü durumda bile olsa bu niteliğini kaybetmez.
* Bal demekle ağız tatlanmaz : Güzel sözler söylemekle güzel şeyler her zaman gerçekleşmez.
* Besle kargayı oysun gözünü : Kıymet bilmez kişiler kendilerine yapılan iyiliğe, kötülükle karşılık verebilirler.
* Boşboğazı ateşe atmışlar, odun yaş diye bağırmış : Aklına her geleni söyleyen kişiler,toplum içinde sevilmezler.
* Büyük lokma ye büyük söz söyleme : Hayatta hiçbir zaman başkalarının durumu küçümsenmemelidir.
-C-
* Cahil adam meyve vermeyen ağaca benzer : Bilgisiz kişiler etraflarına faydalı olamadıklarından ve davranışlarında olumlu sonuçlar beklenmediğinden dolayı faydalı kişiler değildirler.
* Cahilin dostluğundan alimin düşmanlığı yeğdir : Alim her şeyi bilen kimsedir. Yaptığının sonuçlarını bilir ve katlanır. Kendisi ile dost olmak mümkün olduğu gibi düşman olunduğu zaman da bir noktada anlaşmak mümkündür. Cahil kişiler iyi niyetli görünseler de onlarla anlaşmak güçtür, hatta mümkün değildir.
* Cami ne kadar büyük olsa imam bildiğini okur : Bir toplulukta çok kişi ve fikir olsa da karar verme yetkisine sahip kimseler, kendi bildiklerini uygularlar.
* Can boğazdan gelir : İnsanın hareketli ve üretken bir yaşam sürdürebilmesi için beslenme biçimine dikkat etmesi gerekir.
* Can cümleden azizdir : İnsanlar kendi çıkarlarını her zaman başkalarının çıkarlarından üstün görürler. Aksi şekilde davrandıklarında bile kendi çıkarları söz konusu olduğu zaman fedakarlık yapmaktan vazgeçerler.
* Can çıkmayınca huy çıkmaz : Hayat boyu kazanılan alışkanlıklar da gelişir. Ama değiştirmek çok zordur. Kişi ölünceye kadar devam eder.
* Canı acıyan eşek, atı geçer : Karşılaştığı bir konuda ziyan gören, canı yanan kimse aynı zarara uğramamak için var gücüyle çalışır.
* Canı kaymak isteyen, mandayı yanında taşır : Güzel ve varlıklı bir yaşam sürmek isteyen kişi kendisine bu yaşamı sağlayacak olan varlıkları çok yakınında bulundurmalıdır.
* Cefayı çekmeyen sefanın kadrini bilemez : Hayatında dert ve sıkıntı çekmemiş olan kişiler, mutluluğun kıymetini anlayamazlar.
* Cins kedi ölüsünü göstermez : Soylu kimseler çok zor durumda da olsalar, durumlarını belli etmezler.
* Cömert ile nekesin harcı birdir : Parayı kullanma biçimi, onun niteliğini değiştirmez.
-Ç-
* Çabuk parlayan çabuk söner : Layık olmadıkları makamlara getirilen kişilerin, bir süre sonra yetersizlikleri ortaya çıkar.
* Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme : İnsanlar davet edildikleri yerlere mutlaka gitmelidirler. Çünkü davet eden kişi tarafından istenmektedirler. Çağrılmayan yere gitmek ise yüzsüzlük ve arsızlık olur.
* Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez : Güzelliklerin simgesi olan gülün çalıda yaşaması düşünülemez. Aynı şekilde, cahil kişiye de sözün doğrusunu anlatmak mümkün değildir. Cahil olduğu için kendi bildiklerinin dışında da doğruların bulunduğunu kabul etmesi mümkün değildir.
* Çalışmak ibadetin yarısıdır : İbadet kişiyi kötülüklerden sıyırır, iyilik yolunda ilerletir. Tanrı yolunda çalışmak ta kişiyi kötü duygulardan arındırır. Bunun içindir ki çalışmak, ibadet kadar büyük değer taşır.
* Çalma elin kapısını, çalarlar kapını : Kişi hayatında bilerek ve isteyerek kimseye kötülük yapmamalıdır. Böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde, günün birinde benzer olumsuzlukları yaşaması muhtemeldir.
* Çiftçiye yağmur, yolcuya kurak, cümlenin muradını verecek hak : Her kul Tanrı'sından kendi çıkarları doğrultusunda istekte bulunur. Bu istekler birbirine zıt da olabilir. Ama Tanrı bu dilekleri şaşmaz bir düzen, uygun gördüğü biçimde yerine getirir.
* Çirkefe taş atma, üzerine sıçrar : Çevrelerinde kötü, edepsiz tanınan kişilerle ilişkiye girmek doğru değildir.
* Çocuktan al haberi : Art niyet taşımayan çocuklar, başkalarının yanında her şeyi çekinmeden konuşurlar.
* Çürük tahta çivi tutmaz : Esas niteliği bozulmuş bir şeyi eski haline getirmek mümkün değildir.
-D-
* Dağ başından duman eksik olmaz : Toplumda yüksek ekonomik ve sosyal seviyeye sahip insanların, bu konumlarından kaynaklanan bir takım üzüntü ve sıkıntıları vardır. Bu durum, zenginlik ve yüksek makam devam ettiği sürece hiç eksilmez.
* Dağ dağ üstünde olur, ev ev üstünde olmaz : En olmayacak şeyler bile bir gün gerçekleşebilir. Ama iki ailenin aynı ev ortamında yaşaması düşünülemez.
* Damlaya damlaya göl olur : Küçük çabalar, büyük problemlerin çözümüne yardımcı olabilirler.
* Danışan dağı aşmış, danışmayan yolu şaşmış : Bilmediğini başkalarına soran kimse, işi iyi ve çabuk bitirir. Fikir alışverişinde bulunmayanlar ise başarı elde edemezler.
* Darı unundan baklava, incir ağacından oklava olmaz : Kötü malzeme ile güzel bir iş meydana getirilemez. Yeteneksiz kişiler, büyük sorumlulukların gerektirdiği çabayı gösteremezler.
* Davul dengi dengine diye çalar : Birlikte yaşayacak veya arkadaş olacak insanların eşitiyle beraber olması lazımdır. Yoksa yapılacak her işte başarısızlık kaçınılmaz olur.
* Devir tavında, dilber çağında : Bir işin başarılması için, o an değerlendirilmesi gereken zaman dilimleri vardır.
* Dikensiz gül olmaz : Yaşanan her başarı ve mutluluğun yanında, bu sürecin parçası olan küçük olumsuzluklar da mevcuttur.
* Düt demeye dudak ister : Niteliği ne olursa olsun, bir işi başarabilmek için yetenek ve imkanlar gereklidir.
-E-
* Ecel geldi cihane, baş ağrısı bahane : Kişinin çok önceden belirlenmiş bir alın yazısı vardır. Bu kurala göre zamanı gelince ölecektir. Bu ölüme bir neden bulunur. Esas sebep o kişinin tanrı katına çağrılmasıdır.
* Ecele çare olmaz : Hayatta her durumun çaresi bulunabilir. Ama ölümü engellemek imkansızdır.
* Eceli gelen köpek cami duvarına işer : Bir toplulukta bütün insanların kutsal saydığı şeyleri kötüleyenler, hiçbir zaman sevilip istenmezler.
* Edebi, edepsizden öğren : Edepsiz kişinin hareketlerini gören, sonuçlarını izleyen kişi, bunların kötülüklerini görür ve yapmamaya çalışır.
* Eden bulur, inleyen ölür : Başkasına kötülük eden kimse en sonunda yaptıklarının cezasını çeker.
* Ekmeğin büyüğü hamurun çoğundan olur : Verimin yüksekliği, çalışmanın etkili bir şekilde gerçekleşmesine bağlıdır.
* Esirgenen göze çöp batar : Bir konu üzerine gereğinden fazla yoğunlaşmak, aksilikleri de beraberinde getirebilir.
* Evdeki hesap çarşıya uymaz : Planlanan durumlar ile ulaşılan sonuç, her zaman aynı olmayabilir.
-F-
* Fakirlik ayıp değil, tembellik ayıp : Toplum yaşamında herkes aynı gelir düzeyine sahip olmayabilir. Fakir de olsa zengin de olsa çalışmamak, başkalarının sırtından geçinmeye uğraşmak tembelliktir.
* Fala inanma, falsız da kalma : Fala inanmak doğru değildir, aslı yoktur. Yine de insan güzel sözler duymaktan hoşlanır.
* Fare, çıktığı deliği bilir : Toplumun onaylamadığı işleri yapanlar, sıkıştıkları zaman nasıl hareket edeceklerini önceden hesaplarlar.
* Faydasız baş, mezara yaraşır : Hiçbir iş yapmadan başkalarının sırtından geçinen kimseler ölmüş sayılırlar. Çünkü ölülerin de faydası yoktur.
* Fazla aş, ya karın ağrıtır ya baş : Çok yemek kişinin sağlığını olumsuz yönde etkiler. Bu yüzden kararında yemek gerekir.
* Fazla naz aşık usandırır : Kişinin kaprislerine yakınları bir süre katlanabilirler. Ama bu naz devam edecek olursa etrafındakilere de sıkıntı verir.
* Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek : Aynı toplumda şanslı ve şanssız kişilerin bir arada bulunmaları doğaldır.
* Fukaranın düşkünü, beyaz giyer kış günü : Toplumda saygın bir yeri olan kişiler, mevki kaybına uğradıklarında aykırı davranmaktan çekinmezler.
* Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar : Kişinin içinde bulunduğu çevrenin ekonomik ve sosyal yapısı, ulaşılan sonuçların niteliğini etkiler.
-G-
* Gafile kelam, nafile kelam : Etrafında olan biteni umursamayan kimseleri doğru yola getirmek için yapılan uyarılar boşunadır.
* Garibin yardımcısı Allah'tır : Garip kişilerin yardımına gönlündeki inancın büyüklüğü oranında ancak Allah yardım eder.
* Garip kuşun yuvasını Allah yapar : Tanrı'ya inanmış kişileri, tanrı sıkıntı içinde bırakmaz. Onlar bir süre sıkılsalar da Tanrı bir yerden bir şey bağışlayarak sıkıntılarını ya kaldırır ya da hafifletir.
* Gavurun tembeli keşiş, Müslüman'ın tembeli derviş : Bütün dinler çalışmayı emreder. Bazı kimseler ise dini çıkarları doğrultusunda kullanıp, çalışmadan yaşamanın yollarını bulurlar ki kendileri için çok kötü bir davranışı gerçekleştirmiş olurlar.
* Geç olsun, güç olmasın (Başarılması çok zor işler için söylenir) : Yapılan işlerin başarıya ulaşması ve birtakım engellerin ortadan kaldırılması için fazla zaman harcanmasının ziyanı yoktur.
* Gel demek kolay, git demek güçtür : Bir konuğu davet etmek, bir insanı iş bulup yerleştirmek kolay ve zevk verici uğraşlardır. Ama sıkıntı veren konuğa artık git demek, işini hafife alan kimseye işe gelme demek çok zordur. Bunun için insanlara bir iyilikte bulunulacağı zaman iyi düşünülmeli, layık olana bu hizmet verilmelidir.
* Gelen gideni aratır : Tanışılan kişiler, unutulanlardan daha büyük hatalar yapabilir anlamında kullanılır.
* Gezen ayağa taş değer : Gereksiz davranışlarda bulunan kişiler, kendilerine zararlı durumların ortaya çıkmasına sebep olabilirler.
* Göz görür, gönül çeker : Kişi ancak ilgi duyduğu konulara karşı gözlemde bulunur.
-H-
* Hacı hacıyı Mekke'de bulur : Aynı düşüncede olan insanlar, ayrı ayrı davransalar bile bir gün aynı yolda buluşurlar. Kendilerine ait yolda veya yerde buluşurlar, birbirlerini bulurlar.
* Hacı Mekke'de, derviş tekkede : İnsanlar yetişme şekillerine göre kendilerine uygun bir ortamda yaşarlarsa mutlu olabilirler. Yoksa ömürleri sıkıntı içinde geçer. Bulundukları yerde sevilmez ve istenmezler.
* Haddini bilmeyene bildirirler : Yetkili olmadığı konularda ahkam kesenler, hak ettikleri durumlarla mutlaka karşılaşırlar.
* Hak deyince akan sular durur : Anlaşmazlıklarda doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, hakkaniyet yolundan hareket edilirse kimsenin söyleyecek bir sözü, eleştirisi kalmaz.
* Hak doğrunun yardımcısıdır : Tanrı, doğru olana yaptıklarının mükafatını mutlaka verir. Doğru kimseler ilk planda başarısız gibi görünseler de tutumlarını devam ettirdikleri sürece başarıya ulaşacaklardır.
* Helal kazanç ile pilav yenmez : Doğrulukla ve ahlakla elde edilen kazanç, insanı kısa yoldan zengin etmeye yetmez.
* Horoz ölür, gözü çöplükte kalır : Uzun süre yaşanan mekanların unutulması kolay olmaz.
* Huylu huyundan vazgeçmez : Kişilik, uzun bir zaman diliminde oluştuğu için ani değişikliklere müsait değildir.
-I-
* Ihlamurdan odun olmaz, beslemeden kadın olmaz : Yaşam içinde her konu birbirine uygun olursa başarı olur ve devam eder.
* Irmak kenarına çeşme yapılmaz : Birbirine zıt verimlilikteki iki kurum veya sosyal müessesenin, aynı ortamda varlıklarını sürdürmeleri zordur.
* Irmaktan geçerken at değiştirilmez : Yapılmaya başlanan bir işte, ilk zamanlar başarı elde edilmeyebilir. İşin daha başarılı yapılması için uygulanan yöntemler de değiştirilebilir. Olumsuz bir ortamda yöntem değiştirmek doğru değildir. İyi sonuçlar vermez.
* Isıramadığın eli öp de başına koy : Yaşam içinde bir takım mücadeleler yapılacaktır. Bu kavgada düşman bizden çok güçlü ise onunla kavga etmemek gerekir. Kavga edilirse yenilmek muhakkaktır.
* Isırgan ile taharet olmaz : Başarılı bir iş oluşturmak için işe yarar, faydalı araç kullanmak gerekir. Kötü malzeme ile iyi ve başarılı sonuçlar elde edilemez.
* Isıran it, dişini göstermez : Kötülük yapmayı düşünen kişi, bunu zamanı gelince ve aniden gerçekleştirir.
* Islanmışın yağmurdan pervası yoktur : Bir konuda büyük zarar görmüş kişi, benzer zararlardan korku duymaz.
* Ismarlama hac, hac olmaz : İnsan kendi işini kendi yapmalıdır. Başkasına yaptırılan işten başarı elde edilemez.
* Işığını akşamdan önce yakan, sabah çırasına yağ bulamaz : İnsanlar savurganlık yapmamalıdırlar. Parasını gereksiz yere harcayan, gerektiğinde para ve mal bulamaz. Zorluk içinde kalır.
-İ-
* İbadet de (mahfi) gizli, kabahat da : İbadet Tanrı ile kul arasındadır. İbadeti başkalarına gösteriş için yapanlar Tanrı'nın emirlerini, kulluk görevini yerine getirmemiş olurlar. İnsan bazı kusurları yaparak olgunlaşır, tecrübe kazanır. Bunun için olgunlaşmamıza yarayan kusurların da gizlenmesinde yarar vardır.
* İçi beni yakar, dışı eli : Her şey dıştan göründüğü kadar güzel olmayabilir. Dış görünüşe aldanmak doğru değildir.
* İğreti ata binen tez iner : Kendi malımız olmayan malzemeye güvenip bir işe başlamak doğru değildir. Malzemenin sahibi, malını geri istediği zaman zor durumda kalır.
* İğneyi evvela kendine sok, çuvaldızı başkasına : Kendisi en küçük bir sıkıntıya katlanamayan kimse, başkalarına çok büyük sıkıntı vermemelidir. Kendisi küçük kötülüğe katlanamayan, başkalarına kötülükler yapmaktan kaçınmalıdır.
* İki deliye bir akıllı : Birbirine zıt iki kişinin arasını bulacak, mantıklı bir kimsenin bulunması mutlak gereklidir.
* İnsan insanın şeytanıdır : Arkadaş seçiminde dikkatli ve özenli olmak gereklidir. Kötü arkadaş kişiyi yoldan çıkarır, saptırır.
* İti, öldürene sürütürler : Bir kişinin sorumluluğundaki görev kötü şekilde sonuçlanırsa, bu sonucun düzeltilmesi için bizzat o kişi çaba göstermelidir. İşin sorumluluğu onu yapana ait olacaktır.
* İyilik eden iyilik bulur : Etrafına iyilik eden kimse gün gelir zor durumda kalırsa ona da iyilik yapılır. Her şeyin karşılığı muhakkak vardır.
-K-
* Kabahat da gizli olmalı, ibadet de : Yapılan bütün işlerde işin özüne inmeye gayret edilmelidir. Başkalarına gösteriş için yapılan hiçbir işten, davranıştan iyilik ve hayır beklemek mümkün değildir.
* Kabahat ölende değil, öldürendedir : Yapılan her işte karşımızdakini sinirlendirmekten kaçınmalıyız. Karşısındakini söz ve hareketleri ile aşırı tahrik eden kimse, onun hücumlarına karşı çaresiz kalabilir, hatta ölebilir de. Bunun nedeni kendini kaybedip bu cinayeti işleyende değil, onu da o derecede tahrik edip cinayeti işletendedir.
* Kaçan balık büyük olur : Kişi elindeki imkanları iyi ve zamanında kullanmasını bilmelidir. Zamanında kullanamaz ve fırsatı kaçırırsa küçük bir fırsatı büyükmüş gibi gösterir ve boyuna aynı şeyleri söyler. Çünkü fırsatı değerlendirememenin ezikliğini hisseder durur.
* Kadı anlatana göre fetva verir : Herkes bildiğini ve gördüğünü eksiksiz olarak söylemelidir. Çünkü dinleyen,olayı görmeyen kimseler anlatılana göre karar verirler.
* Kadı ekmeğini karınca yemez : Kadı, kanunların uygulayıcısı olduğu için kimse onun malına dokunamaz. Sonucunun kötü olacağını bilir. Kadılar hakkın, kanunun ve düzenin temsilcisi oldukları için kimse onların mallarına kötü gözle bakmaz, bakamaz.
* Kanaat gibi devlet olmaz : Elindekiler ile yetinmesini bilen kimse sıkıntı çekmez.
* Kişi refikinden azar : İnsanı iyi ve kötü yola sürükleyen arkadaşıdır.
* Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler : Bir şeyin çok kıymetlisi bulunmazsa daha aşağı değerde olan kıymet ve itibar kazanır.
* Kuru laf karın doyurmaz : Bir gayret göstermeden, bir yatırım yapmadan yalnızca boş sözlerle başarı elde etmek mümkün değildir.
-L-
* Laf ile peynir gemisi yürümez : Bir kimsenin kendini övmesi ile gereken işte gereken sonuçlar alınmaz.
* Laf lafı açar : Karşılıklı konuşmalarda konuşma bir süre uzadığı zaman, sözden başka söze geçilmeye başlanır. Başlangıçta hiç düşünülmeyen konulara kadar söz uzar gider.
* Laf torbaya girmez : Bir konu hakkında sarfedilen sözler üzerinde iyice düşünülmelidir.
* Latife latif gerek : Şakalar karşısındakini kırmayacak biçimde olmalıdır. Şaka yapan, karşısındakini çok iyi anlamalı, kırmadan, incitmeden şaka yapabilmelidir.
* Leyleğin ömrü laklak ile geçer : Aylak kişiler bütün günlerini orada burada boş laflar söyleyerek boşa geçirmiş olurlar.
* Lodosun gözü yaşlı olur : Lodosun sonunda yağmur yağar.
* Lokma çiğnemeden yutulmaz : Bir işin iyi sonuçlanması için gereken önem ve çalışma gösterilmelidir.
* Lokma karın doyurmaz, şefkat artırır : Bir kişiye armağanlar vermek, o kişinin ihtiyaçlarını karşıladığı için değil aradaki sevgiyi çoğalttığı için çok değerlidir.
-M-
* Mahkeme kadıya mülk değil : İnsan, yaşamı süresince güçlü makamlara gelebilir. Böyle makamlara gelince etrafındakilere böbürlenmemelidir. Çünkü gün gelecek,bu makamı bırakmak zorunda kalacaktır.
* Mal adama hem dost, hem düşmandır : Mal insanı rahat ve huzurlu yaşattığı için dosttur. Aynı zamanda, zengin olmanın getirdiği tehditlerden dolayı düşmanıdır.
* Mal canı kazanmaz, can malı kazanır : İnsanlar fazla kazanacağım diyerek sağlıklarını tehlikeye atmamalıdırlar. Kişi sağlıklı olursa mal kazanması, pek çok kazanması mümkündür. Ama sağlığını kaybederse mal da kazanamaz olur.
* Mal canın yongasıdır : Can her şeyden kıymetlidir. Zorluklarla elde edilen mal da cana yakın değer taşır.
* Mal melameti örter : Zengin olmak, insanların kusurlarını görmezden gelmelerine yardımcı olur.
* Malını yemesini bilmeyen zengin her gün züğürttür : Züğürt kimse parası olmadığı için zorluk içindedir. Parasını yiyemeyen kimseler ise paraları olduğu halde bu yokluğu çekenlerdir.
* Mart ayı, dert ayı : Kış ile ilkbahar arasındaki geçiş dönemi olduğu için insanlar hastalıklara daha kolay yakalanırlar.
* Meyhaneciden kefil istemişler, bozacıyı göstermiş : Toplumda uygunsuz işleri yapanlar kendi haklılıklarını, benzer kişileri göstererek savunmaya çalışırlar.
* Mühür kimde ise Süleyman odur : Bir konuda yetkili kim ise onun sözü geçer.
* Mürüvvete endaze olmaz : Yardımseverliğin ölçüsü olmaz.
-N-
* Namaza meyli olmayanın ezanda kulağı olmaz : Bir işin bütününü istemeyen kimseler, o işin ayrıntıları ile hiç ilgilenmezler.
* Nasihat isteyen tembele iş bulursun : Tembel kimseler kendisine söylenen işi başka türlü yorumlayıp, bu yorum üstüne fikirler ileri sürerek o görevi yapmak istemezler veya kendisine önerilen işi başka bir biçimde yapmayı öğrenirler.
* Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına : Kişi çok çalışırsa gelecek günleri de başarılı olur. Kazancı bol olur. Az çalışırsa kazancı, başarısı da az olur.
* Ne ekersen onu biçersin : Kişiler çevrelerine nasıl davranırlarsa öyle cevap alırlar.
* Ne idik, ne olduk : İçinde yaşadığımız toplum çok hızlı değişiyor. Biz bu toplumda bulunduğumuz ortamdan çok değişik ortamlara geldik. Bundan sonra da nerelere geleceğimiz, neler olacağı belli değil.
* Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli : Esas olan başarının niteliğinden çok devamlılığıdır.
* Ne verirsen elinle, o gelir seninle : İnsanlar yaşamları boyunca daima iyilik yapmalıdır. Bu iyiliklerin karşılığı, bir gün mutlaka sahibini bulacaktır.
* Nerede birlik, orada dirlik : Kişiler arasında anlaşma, duygu ve düşünce birliği olursa orada huzur, güven ve düzen olur.
* Nerede hareket, orada bereket : Çalışmanın çok olduğu yerde, bu çalışmaların sonucu olan ürünler de çok olur.
* Niyet hayır, akıbet hayır : Bir işe başlarken iyi niyetle hareket edilirse sonuç ta iyi olur.
-O-
* Oduncunun gözü omcada : Bütün insanlar kendi işlerine yarayan şeylerle çok yakından ilgilenirler.
* Oğlan dayıya, kız halaya çeker : Oğlan çocuğu genlerin tesiri ile dayıya, kız ise halaya çeker, onun hareket ve tavırlarını alır. (Halk arasında yapılan bir yorumdur)
* Oğlanınki oğul bağı, kızınki bahçe gülü : Kişinin torunu oğlundan olursa oğul balı diyerek ,kız evlattan olursa bahçe gülü diyerek sevinir.
* Olacakla öleceğe çare yoktur : İnsanların yaşam boyu karşılaşacakları ne varsa doğarken belli olur ama kişi bunu bilmez. Başımıza gelen ve elimizde olmayan sebeplerle oluşan olaylara çok üzülmemek gerekir.
* Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz : Hayatta hiç ummadığımız olaylar, en şaşırtıcı biçimde karşımıza çıkabilir.
* Orman olur da domuz olmaz mı? : İyi bir ortamda çıkarcılar bulunabilir, bulunması doğaldır.
* Osmanlı'nın ekmeği dizindedir : İşlerimizin başarılı olması için kendimize ayırdığımız zaman çok olmamalıdır. İşlerimize ne kadar ağırlık verirsek o kadar başarılı oluruz.
* Osurukla boya boyanmaz : Gerekli bilgi ve görgü olmadan bir işi tam olarak görüp bitirmek imkansızdır.
* Otu çek köküne bak : Bir kimsenin hakkında tam olarak bilgi sahibi olmak istenirse o kimsenin soyunu sopunu çok iyi incelemek gerekir.
-Ö-
* Ödünç; güle güle gelir, ağlaya ağlaya gider : Ödünç verilirken veren de alan da güler yüzlüdür, mutludur. Ödünç alınan geri verilirken ise durum değişiktir. Para veren kimse de parasını zamanında alamazsa tarafların arası çok çabuk bozulur.
* Öfke baldan tatlıdır : İnsan sinirlendiği zaman bağırır çağırır, rahatlar.
* Öfkeyle kalkan zararla oturur : Aniden öfkelenerek sergilenen davranışlar kırıcı olur. Sonuçları önceden tasarlanamaz.
* Öküze boynuzu yük değil : Meşgul olduğu iş,kişiye yük olmaz. Onları yaşamının bir parçası olarak kabul eder.
* Öksüz çocuk göbeğini kendisi keser : Bir koruyanı, kollayanı olmayan kimseler her işlerini kendileri yapmak zorundadır.
* Ölenle birlikte ölünmez : Ölüm kaçınılmazdır. Ölen bir kimsenin ardından yas tutmak ta onu geri getirmeyecektir. Bu durumu bilerek ona göre davranmak gereklidir.
* Ölüm var, dirim var : İnsanlar malını ve zamanını, varlığını düşünerek kullanmalıdır, geleceğini düşünmelidir.
* Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider : Bir ailede büyükler nasıl bir yaşam içindelerse çocuklar da benzer bir hayat sürdürürler.
* Öpülecek el ısırılmaz : Hürmet gösterilmesi gereken kişilere saygısızlık etmek hatadır.
-P-
* Padişah yasağı üç gün sürer : Padişahlık idaresi, bir kişinin sözünün geçtiği bir yöntemdir, keyfidir. Bugün çıkarılan yasaklar, yarın bir neden ile ortadan kaldırılırlar. Bunun içindir ki emirlerinin devamlı olacağını düşünmemek lazımdır.
* Palamut çok biterse kış erken olur : Uzun yılların tecrübesine dayanılarak elde edilen sonuçlara göre meşe ağaçlarında palamudun çok olması kışın erken geleceğini gösterir.
* Papaz her gün pilav yemez : Her işi daima bir kişiye yaptırmak doğru değildir. O kişi çok defalar ses çıkarmadan bu sıkıntıya katlandıysa da günün birinde yapamayacak duruma gelir ve yapmaz. Bunun için insanları usandırmayacak bir yöntem izlemekte yarar vardır.
* Para dediğin el kiri : İnsanlar bütün ömürlerini paraya bağlamamalıdırlar.
* Para ile imanın kimde olduğu bilinmez : Para bütün toplumlarda dikkati çeken bir araçtır. İman ise tanrı ile kul arasında olduğu için başkalarının bilmesine gerek yoktur. Söylenilmesi de acayiplik yaratır.
* Pazar ilk pazardır : Pazara götürüp satmak istediğimiz mala verilen ilk fiyat en iyi fiyattır.
* Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir : Bir işin nasıl sonuçlanacağı, işin bugünkü durumundan belli olur.
* Pilav yiyen, kaşığı belinde gerek : Bir işe girişmek isteyen kimseler o iş için gerekenleri yanlarında bulundurmak zorundadırlar.
* Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın : Kişi, bir olayın sonuçlanması için elinden gelen gayreti göstermelidir.
-R-
* Rağbet güzel ile zenginedir : Güzel ve zengin olan kimseler her zaman ilgi görürler. El üstünde tutulurlar.
* Rahat ararsan mezarda : Yaşayan her kişinin az veya çok kendine göre bir derdi, sıkıntısı mutlak bulunur.
* Ramazanda yalan söyleyenin yüzü, bayramda kara olur : Hayatta her zaman doğru olmalı, doğru davranılmalıdır. Yalan söylemek, belki bir zaman için etrafımızdaki kandırmamıza neden olur. Ama gelişen olaylar, söylenen yalanı bir gün mutlak surette açığa çıkartır.
* Rençber kırk yılda, tüccar kırk günde : Rençberin büyük emek harcayarak kazandığını, tüccar küçük bir ticaret oyunu ile kazanır.
* Rüşvet kapıdan girince insaf bacadan çıkar : Doğru yoldan ayrılan ve şerefini rüşvet için feda eden kişiden her kötülüğü beklemek gerekmektedir.
* Rüzgar eken fırtına biçer : Etrafında bulunanlara her zaman kötülük yapan kimseler sonunda mutlaka büyük kötülüklerle karşılaşırlar
* Rüzgar esmeyince yaprak oynamaz : Meydana gelmiş hiçbir olay sebepsiz değildir.
* Rüzgara karşı tüküren, kendi yüzüne tükürür : Kendi gücünün üstünde bir güç ile uğraşmak isteyen kimseler sonunda kendileri ziyanlı çıkarlar.
* Rüzgarlı havanın kuytusu,yağmurlu havanın uykusu : Rüzgarda kuytu bir yer bulmak rahatlıktır.
-S-
* Sabah ola, hayır ola : Sabahlar güçlü başlangıçlardır. Verimlili için günün bu saatlerini değerlendirmek gereklidir.
* Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır : Bir konuda sıkıntılı günlere katlanmak zordur. Ama dayanıldığı takdirde sonuçları güzeldir.
* Sabreden derviş, muradına ermiş : Sabırlı olan kişiler, isteklerine kavuşurlar. Sabır ile mücadele edildiğinde başarı mutlaka bizim olacaktır.
* Sabrın sonu selamettir : Karşılaştığı bütün zorluklardan hemen yılıp kaçmayan, sabretmesini bilen kimselerin işleri sonunda başarıya ulaşırlar.
* Saç sefadan tırnak cefadan uzar : Keyifli insanların saçları, sıkıntıda olanların tırnakları uzar. (yaygın bir halk görüşü)
* Saçım ak mı kara mı? Önüne düşünce görürsün : Konunun nasıl olduğunu sormaya gerek yoktur. Çok geçmeden bitecektir anlamında kullanılır.
* Sade pirinç zerde olmaz, bal da gerek kazana; ata malı tez tükenir, evlat gerek kazana : İnsanlara babasından mal kalır. Ama bu, kişinin o malı iyi kullanacağını göstermez. Hazır yemeye başlanırsa tez zamanda tükenir, biter. Kişi kendine, kendi emeğine güvenmelidir.
* Sana taşla vurana sen aşla vur : Kötülük yapan kimselere iyilik yapmak insanlık kuralıdır.
* Sanat altın bileziktir : Sanat bir kimsenin bir işi en iyi bir biçimde her yerde ve şartta yapmasıdır.
-Ş-
* Şahin ile deve avlanmaz : Her işi yapmanın bir yöntemi vardır.
* Şahin küçük et yer, deve büyük ot yer : İnsanlar fiziki görünüşlerine göre değil, yaradılış özelliklerine göre davranırlar. Görünüşü küçük olan kişi, her zaman güçsüz olarak görülmemelidir.
* Şakanın sonu kakadır : Devamlı şaka yapmak hatalıdır. Önce güzel ve eğlenceli gelirse de bir zaman sonra dayanma gücü azalır ve küçük kırgınlıklar ortaya çıkar.
* Şaşkın ördek başını bırakır, kıçından dalar : Her iş, bir düşünce ile, bir plan ile yapılmalıdır. Ne yaptığını iyi bilmeyen kimseler, giriştikleri işlerde akılcı yollardan ayrılırlar.
* Şer işi uzat hayra dönsün, hayır işi uzatma şerre dönmesin : Kötü olan işlerin üzerinde çalışmalı, o işi iyiye çevirmelidir. İyi olan işleri hemen sonuçlandırmak gereklidir.
* Şeriatın kestiği parmak acımaz : Kanunlar herkese eşit olarak uygulanmalıdır. Böyle olursa, kanunda yazılan cezaya kimse itiraz edemez, boyun eğer.
* Şeytanla ortak buğday eken samanını alır : Hilekar, sorumsuz kimselerle ortak olanlar, yapılan işin zararını yüklenirler.
* Şimşek çakmadan gök gürlemez : Söylenen, konuşulan her olay daha önceki başka bir olaydan kaynaklıdır.
* Şöhret felakettir : Ünlü olmak birçok sıkıntıyı da beraberinde getirir.
-T-
* Tabak sevdiği deriyi yerden yere çalar : İnsanlar, ileride başarılı olmasını istedikleri kişileri kıyasıya çalıştırırlar.
* Tabancanın dolusu bir kişiyi, boşu kırk kişiyi korkutur : Tabancayı, sinirli olunan durumlarda lüzumsuz yere kullanmak sahibinin başına dert açar. Ama tabanca; taşıyan kişinin belinde iken çok kimse bu durumdan ürker.
* Talihsiz hacıyı deve üstünde yılan sokar : Düşündüğünü uygulaması nasip olmayacak kişinin karşısına, hatıra hayale gelmeyen engeller çıkar.
* Tandır başında bağ dikmek kolaydır : Hayal kurmakla sorunlar çözümlenemez. Esas problem, düşleri uygulama alanına sokmaktır.
* Tarla çayırda, bağ bayırda : Tarla ve bağ alırken yerlerine dikkat edilmelidir.
* Taş düştüğü yerde ağırdır : İnsanın değeri bulunduğu çevrede iyi bilinir.
* Tatarın kılavuza ihtiyacı yok : Yapacağı işi çok iyi bilen kimselere başkalarının yardım etmesi gerekmez.
* Tebdil-i mekanda ferahlık vardır : Kişi bulunduğu yerde yeni kimselerle tanışırsa rahatlar.
-U-
* Ucuzdur vardır bir illeti, pahalıdır vardır bir hikmeti : Ucuz mallar genellikle kalitesizdirler. Kısa bir zaman sonra kullanılamaz hale gelirler. Bunun için o mal bize daha da pahalıya gelmiş olur.
* Ulu sözü dinlemeyen uluyakalır : Tecrübeli kimselerin sözlerini dinlemeyip kendi kafası doğrultusunda giden kimseler sonunda büyük zararlara uğrarlar. Sıkıntı ve dertten kurtulamazlar.
* Ulular köprü olsa basıp geçme : İnsan kendinden büyüklere her zaman hürmet etmelidir.
* Ummadığın taş baş yarar : Dış görünüşe bakılıp verilen kararlar, bazen büyük hatalara yol açabilirler.
* Umut fakirin ekmeğidir : Fakir olan kimseler, kısa süre sonra durumlarının değişeceğini düşünerek avunurlar.
* Ustanın çekici bin altın : Sanatkar kimseler bir çok kişinin yapamadığı bir işi çok kısa bir sürede küçük bir hareketle yapıverirler.
* Uyku ölümün kardeşidir : Uyuyan kimsenin dünya ile ilgisi kesilir. Olup bitenden haberi olmaz.
* Uyuyan yılanın kuyruğuna basma : Kimseye zararı dokunmayan kimseleri kızdırmak, başkalarının zarar görmesine yol açabilir.
* Uzaktan davulun sesi hoş gelir : Özelliğini iyi bilmediğimiz iş ve konuların sıkıntılarını da bilmemize imkan yoktur. Bazen çok zor bir konuyu çok kolaymış gibi kabul ettiğimiz de olur.
-Ü-
* Üç elli, yaz belli : Kasım ayının sekizinden sonra üç defa elli gün sayılırsa nisan ayına, yani havaların ısındığı aya girilmiş olunur. Soğuklar biter.
* Üç göç, bir yangının yerini tutar : Bir yerden bir yere taşınma zahmetli ve ziyanlı bir iştir.
* Üremesini bilmeyen it, sürüye kurt gelir : Bir toplulukta nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen kimseler, kendileriyle birlikte başkalarının da başına dert açarlar.
* Üşenenin oğlu, kızı olmamış : İnsan bir varlık elde etmek istiyorsa tembel tembel oturmamalıdır.
* Üzüm üzüme baka baka kararır : Çok samimi olan kimseler, birbirlerinin huylarını benimserler.
* Üzümün çöpü var, armudun sapı : Her konunun kendine göre ufak olumsuzlukları bulunabilir. Bir işin olumlu yönleri dururken, olumsuz olanları üzerinde yoğunlaşmak doğru değildir.
* Üzümün ye de bağını sorma : Sunulan imkanların kaynağını sorgulamak her zaman doğru olmayabilir.
-V-
* Vücut kocar, gönül kocamaz : Hangi yaşta olursa olsun kişi gönlü sayesinde hep genç kalmayı başarabilir.
* Verirsen doyur, vurursan duyur : Yardım yapılacaksa gereken ölçüde yapılmalıdır.
* Veren el, alandan üstündür : Yardım ve iyiliksever kimseleri herkes sever, sayar.
* Varsa pulun, herkes kulun; yoksa pulun, dardır yolun : Parası çok olan kimseye herkes iltifat eder, yakınında bulunmak ister. Yoksullara kimse yüz vermez. Adını deliye de çıkarabilirler.
* Varsa hünerin, her yerde vardır yerin : Hüner, kişinin her şartta en iyi yaptığı, başarılı sonuç aldığı yeteneğidir. Bunun içindir ki her kişi mutlak bir hüner sahibi olup hayata öyle atılmalıdır.
* Vakit nakittir : Zaman en değerli varlığımızdır. Hayatımızdaki en küçük bir anı bile boşa geçirmemek lazımdır.
-Y-
* Yabancı koyun kenarda yatar : Toplumdaki kişiler kısa zamanda büyük yakınlık göstermedikleri için yeni gelenler yabancılık çekerler.
* Yağ yiyen köpek tüyünden belli olur : Hiçbir sebep yokken yaşama düzeyi birden değişen, yükselen kişinin çaldığı ve rüşvet aldığı bellidir.
* Yağmur yağsa kış olur, kişi halin bilse hoş olur : İnsanların etraflarına karşı davranışları, kendi sosyal durumları ile orantılı olmalıdır.
* Yakasından atmak : Zorlu bir işi başkasına yüklemeye çalışmak.
* Yalancı kim? İşittiğini söyleyen : İnsanlar her duyduklarını, doğrulamadan başkalarına söylememelidirler.
* Yalnızlık Hakk'a mahsustur : Tek başına olmak, Tanrı'ya ait bir durumdur.
* Yanık yerin otu tez biter : İnsanlara büyük ıstırap veren olaylar, bir zaman sonra unutulur.
* Yol sormakla bulunur : Bir işe doğru başlamak için bilmediklerimizi sormak, öğrenmek lazımdır.
* Yolundan giden yorulmaz : Yapacağı işin tekniğini iyi bilen, uygulamasında deneyim sahibi olan kimse yapacağını önceden tespit eder, sonra uygular. Sonuca sıkıntısız ulaşır. Bunları bilmeyenler ve uygulamayanlar deneme yanılma yöntemi ile hem çok para, hem çok zaman kaybederler. Hem de meydana çıkan iş arzu edilen düzeye erişmez.
* Yük altında ancak eşek kalır : İnsanlık sıfatı olan kimse kendisine yapılan iyiliğin altında kalmaz. Bir zaman bulur, karşılığını verir.
-Z-
* Zahmetsiz rahmet olmaz : Çaba göstermeden, sıkıntı çekmeden arzu edilen güzel ve iyi sonuçlara ulaşılmaz.
* Zaman sana uymazsa sen zamana uy : İçinde yaşanılan zamanın şartları, bizim düşünce ve davranışlarımıza uymayabilir. Kendi düşüncelerimizi kabul ettirmek için etrafımızdakiler ile sürtüşmek doğru değildir. Zamanın gidişine uymak,ona göre davranmak en çıkar yoldur.
* Ziyan olan koyunun kuyruğu yağlı olur : Elden kaçırılan fırsatlar küçük olsa da çok büyük görünür. Kişinin dilinden hiç düşmez. Hep büyüterek ondan bahseder.
* Zemheride sür de çalı ile sür : Tarlanın zemheride sürülmesi ekinin iyi olması için çok önemlidir. Tarlayı dikkatli ve derin sürmek gerekir.
* Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır : Varlıklı kişi, parasının ve itibarının çokluğu ile olmayacak işlerini bile kolaylıkla görür. Fakir ise parası olmadığı için en olacak işini bile bitiremez.
* Zenginin basması ipekli görünür : Zengin kişilerin giydikleri, yedikleri en pahalısından seçilmiş zannedilir.
* Zengin kesesini, züğürt dizini döver : Maddi durumu çok iyi kişiler her zaman parası ile övünür. Züğürt ise arzuladığı iş parası olmadığından yapamayacağı için üzülür. Istırap ve sıkıntı çeker.
BEBEĞİM
Bebeğim kocaman, onu tutamam.
Ninniler söylerim, hiç uyutamam.
Oynayıp gülüyor, bizi süzüyor.
Mamasını yemiyor, beni üzüyor.
Evcilik oynarken bana eş olur.
Hem anne hem baba hem kardeş olur.
Oynayıp gülüyor, bizi süzüyor.
Mamasını yemiyor, beni üzüyor.
NİNNİ
Çocuğum geceler yatağın
Çağırır bir ninniye vücudunu
Bu sesler gecelere
Sanki bir ninni söyler
Gece ninni gibi dinler
Uyusun da büyüsün ninni.
NİNNİLER
Ninnilerin benim olsun
Uykularım senin olsun
Akan sular ömrün olsun
Ninni yavrum, kuzum ninni
NİNNİ
Hey develer develer
Peynirlidir pideler
Yedi yedi dedeler
Hani bize dediler
Oğluma uyku verdiler.
NİNNİ
Gökte yıldız oynuyor
Gözüm yavruma doymuyor
Ellerde yavruma doymuyor
Ellerde yavru çok amma
Benim yavrum uyumuyor
Ninni, ninni bebeğim ninni
NİNNİ
Derin gölde biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Benim oğlum safi gümüş
Kuzum nenni yavrum nenni
E E ESİNE
Yavrum gitti teyzesine
Teyzesi çok kibar hanım
Altın koymuş çevresine
Uyusun da büyüsün ninni,
Tıpış tıpış yürüsün ninni
NİNNİ
Dandin dandin danadan
Doğmuş bebek anadan
Böyle güzel doğar mı?
Öyle çirkin anadan.
NİNNİ
Al babası al babası
Yağlığımı sar babası
Oğlun mektebe hazırla
Kitap al da sal babası
NİNNİ
Minik minik kolları,
Düşmüş iki yanına,
Başı düşmüş yastığa,
Uyuyor mışıl mışıl,
E bebeğim ee ee ee
E bebeğim ee ee ee
NİNNİ
Kavak gibi boylanasın ninni
Söğüt gibi dallanasın ninni
Kazanılmış mal yiyesin ninni
Ninni benim yavrum ninni
NİNNİ
Tilki duymasın ninni
Tilki duyarsa yavrum
Hem seni yer hem beni
Ninni yavrum ninni
NİNNİ
Karga seni tutarım
Kanadını yolarım
Yelpazeler yaparım
Hanımlara satarım.
Uyuyacak yavrum ninni
Büyüyecek yavrum ninni
Ninni benim yavruma ninni
NİNNİ
Ninni ninni ninnice
Akşam baban gelince
Hani yavrum deyince
Seni önüne koyunca
Öpüp garnı doyunca
Ninni yavrum ninni
Ninni ninni hu ninni
NİNNİ
Yola giden yolcu baba
Bizde giyerik aba
Osmancıkta Koyun baba
O da sana himmet versin
Allah sana ömür versin ninni
NİNNİ
Gökyüzünde olur ülker
Ciğerciğim yanar tüter
Konya'da ki molla Hünker
O da sana himmet etsin
Allah sana bir can versin
NİNNİ
Elime aldım kelebi
Dolaştım Şam'ı Halep'i
Çorum'da yatan Elvan Çelebi
O da sana himmet etsin
Allah sana ömür versin ninni
NİNNİ
Ninni de ninni demekten
Ben kesildim yemekten
Hastayım annem yürekten
Doktor gelsin frekten
Ninni benim yavruma ninni
Ninni benim kuzuma ninni
NİNNİ
Gökyüzünde olur ceylan
Oldum cemaline hayran
Ankara'da Hacı Bayram
O da sana himmet etsin
Allah sana bir can versin ninni
NİNNİ YAVRUM NİNNİ
Ninni çaldım beşiğine
Devlet konsun eşiğine
Düşman ölsün keşiğine (sırasına)
Ninni yavrum ninni
NİNNİ
Asmaya kurdum salıncak
Eline de verdim oyuncak
Yine de uyumadı gitti
Şu küçücük yumurcak.
NİNNİ
Dandini dandini danalı bebek
Elleri kolları kınalı bebek
Benim de yavrum cicili bebek
Uyusun da büyüsün ninni...
Dandini dandini dastana
Danalar girmiş bostana
Kov bostancı danayı
Yemesin lahanayı...
Lahanayı yemez kokunu yer
Benim de kuzum lokum yer
Uyusun da büyüsün ninni
Tıpış tıpış yürüsün ninni...
ESKİ TÜRK EDEBİYATI
XIII. asırdan sonra Türk cemiyet hayatında çeşitli zümre ve çevrelerin teşekkülü, değişik edebî mahsullerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın topluluklarda okumuşlara mahsus yeni bir edebiyat doğmaya başlamıştı. Kaynağını ve örneğini daha çok İran edebiyatından alan, İslâm kültürünün bütün kollarından belenen, Türk ruhunun hususiyetlerini aksettiren ve mahallî çizgileri veren bu edebiyat, 600 yıldan fazla devam etmiş ve canlılığını kaybetmekle beraber günümüze kadar gelmiştir.
Yüksek zümre edebiyatı denen ve asırlar boyunca dil ve muhteva bakımından örnek teşkil ettiği ve okullarda okutulduğu için "klasik" kabul edilen bu edebiyat, umumiyetle Divan edebiyatı ismiyle tanınmıştır. Bu suretle adlandırılmasına sebep, bu edebiyatın daha çok manzum eserlerden meydana gelmesi ve şiir kitaplarına "divan" denmesidir.
Divan şiiri Anadolu'da XIII. asırda Selçuklular zamanında Hoca Dehhânî ile başlamıştır. XIV. asırda Ahmedî, Şeyhoğlu, Ahmed-i Dâî gibi şairlere sahip bulunan bu edebiyatın ilk büyük üstadı XV. asırda yaşamış olan Şeyhî'dir. Fatih devrinde Ahmet Paşa ve daha sonra Necâtî'yi yetiştiren Divan şiiri XVI. asırda Zâtî, Bâkî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahya, Nev'î, Fuzûlî, Rûhî-i Bağdâdî, Hâkanî, XVII. asırda Şeyhülislâm Yahya, Nef'î, Nâilî, Necâtî, Nev'î-zâde Atâî, Nâbî, Sâbit. XVIII. asırda Nedim, Şeyh Galib, Râgıb Paşa, XIX. asırda Yenişehirli Avni, Ziya Paşa gibi büyük sanatkârların eserleriyle fevkalâde bir gelişme göstermiştir.
İslâm kültürü kaynağından beslenen ve bilhassa başlangıçta İran edebiyatını örnek alan Divan edebiyatımız muhteva itibariyle çok çeşitli unsurlara dayanmaktadır. Divan edebiyatının iç zenginliğini ve özünü teşkil eden ve bugün onu iyi anlamak için bilinmesi gereken bu eski kültür ve bilgi malzemesi şunlardır :
1- Dinî inançlar (âyet ve hadisler),
2- İslâmî ilimler (tefsir, kelâm, fıkıh)
3- İslâm tarihi,
4- Tasavvuf ve remizleri,
5- İran mitolojisi (şahsiyetler ve hâdiseler),
6- Peygamber kıssaları, mûcizeler, efsaneler, rivayetler
7- Tarihî, efsanevî, mitolojik şahsiyetler ve hâdiseler,
8- Çağın ilimleri (hikmet, kimya, hendese, tıp vs.),
9- Türk tarihi ve millî kültür unsurları,
10- Devrin edebiyat anlayışı ve edebî bilgileri (belâgat),
11- Dil malzemesi (deyimler, atasözleri; Arapça ve Farsça kelimeler, şekiller, tamlamalar, birleşik sıfatlar vs.)
24 Temmuz 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet'ten sonra ülkede canlı ve hareketli bir edebiyat hayatı başlamıştır. Edebiyatta ki bu canlılık aslında ülkede II.Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamı içinde her türlü fikrin serbestçe tartışılabilir hale gelmiş olmasındandır.II.Meşrutiyet'in ilanından sonraki devirde edebiyatımız biraz da Abdülhamid'in baskılı rejiminden kurtularak imparatorluğu çepeçevre saran siyasi olayların içine girmiştir.
Bu yılların edebiyat ortamında edebiyata hevesli İstanbul gençlerinden bir grup 1909 da Fecri Ati adında bir topluluk kurarlar. Ülküleri Servet-i Fünun topluluğuna benzeyen fakat onlardan daha ileri bir edebiyat topluluğu meydana getirmektir. Bunlarda tıpkı Edebiyatı Cedideciler gibi Servet-i Fünun dergisini kendi eser ve görüşlerini yazacak bir organ saymışlar,edebiyatta yapmak istediklerini de bir bildiri ile açıklamışlardır.
Bu bildiride yeni görüşün hangi prensiplere sahip olduğu ve çizilmiş bir hedefe benzer hususlar yoktur. Edebi bir görüşün belirtilmesinden çok,genç edebiyatçıların birlikte hareket edecekleri ve topluca çalışıp yazacakları açıklanmıştır.Önemli bir prensip ortaya koyamayan ve Servet-i Fünuncular kadar etkili bir ekol olamayan Fecri Ati topluluğunun daha sonraları ortaya çıkan gaye ve prensibi şöyle özetlenebilir. “Sanat,şahsi ve muhteremdir.”
Ne var ki topluluğun üyelerinin hem yaş olarak çok genç olmaları,hem kültür yönünden oldukça zayıf bulunmaları,hem de edebiyatımızda yeni bir çığır açacak önemli prensipler ortaya koyamamış bulunmaları yüzünden Milli Edebiyat Hareketi'ni savunanlarca çok kolay bertaraf edilmişlerdir.Zaten Fecri Ati topluluğu varlıklarını gösterebilmek için sık sık kendilerinden öncekileri hırpalayan eleştiriler kaleme almaktan, Edebiyatı Cedideciler'in dil anlayışlarını sürdürüp bazı batı örnekleri teklifinden başka önemli bir rol oynayamamışlardır.
Ali Cenap Yöntem'in o zaman Selanik'te topluluğun muhabir azası olmasına rağmen, onların fikirlerini de eleştirmesi belli bir edebi görüş birliğinin Kurulmamış olduğunu gösterir.Bu yüzden Fecri Aticiler daha fazla dayanamayıp iki yıl sonra Balkan Savaşı içinde dağılmışlardır.
Fecri Ati topluluğunun yazarları şunlardır: Celal Sahir,Ahmet Haşim,Emin Bülent,Mehmet Fuat,Tahsin Nahit,Mehmet Behçet,Faik Ali,Refik Halit,Yakup Kadri,Hamdullah Suphi,Fazıl Ahmet,Şahabettin Süleyman...
Sonuç olarak bu topluluktan edebiyat tarihimize önemli bir ekol değil,bir kaç tane isim kalmıştır.Yakup Kadri,Refik Halit,Ahmet Haşim ve Fuat Köprülü.Bunlardan Ahmet Haşim dışında diğerleri Milli Edebiyat akımının önemli ölçüde etkisi altında kalarak,yazı hayatına devam etmişlerdir. Bilhassa Fuat Köprülü,daha sonraları yaptığı ilmi araştırmalarla Milli Edebiyat hareketinin aydınlanıp yayılmasına önemli katkılarda bulunmuştur.
Fecri Ati Edebiyatının Genel Özellikleri:
·Örnek olarak Fransız edebiyatını aldılar.
·Eserlerinde aşk ve tabiat konusunu işler.
·Duygulu ve romantik bir aşkı dile getirdiler.
·Gerçekten uzak tabiat tasvirleri yaptılar.
·Fransız sembolistlerinden etkilendiler.
·Şiirlerinde aruz veznini kullandılar.
·Serbest müstezatı geliştirerek kullanmaya devam ettiler.
·Ağır bir dil kullandılar.dil Arapça,Farsça kelime ve tamlamalarla yüklüdür.
·Herhangi bir yenilik getirememişlerdir.Serveti Fünun edebiyatının devamından öteye gidememişlerdir.
·Fecr-i Ati topluluu:Refik Halit Karay ,Ali Canip Yöntem ,Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Celal Sahir gibi sanatçılardan oluşur.
FABILLAR
.: KARGA İLE TİLKİ :.
Bir dala konmuştu karga cenapları;
Ağzında bir parça peynir vardı.
Sayın tilki kokuyu almış olmalı,
Ona nağme yapmaya başladı:
“-Ooo! Karga cenapları,merhaba!
Ne kadar güzelsiniz,ne kadar şirinsiniz!
Gözüm kör olsun yalanım varsa.
Tüyleriniz gibiyse sesiniz,
Sultanı sayılırsınız bütün bu ormanın.”
Keyfinden aklı başından gitti bay karganın.
Göstermek için güzel sesini
Açınca ağzını,düşürdü nevalesini.
Tilki kapıp onu dedi ki: “Efendiciğim,
Size güzel bir ders vereceğim:
Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir,
Bu derse de fazla olmasa gerek bir peynir.”
Karga şaşkın,mahcup,biraz da geç ama,
Yemin etti gayrı faka basmayacağına.
La Fontaine
.: SALYANGOZ VE EVİ :.
Salyangozları bilir misiniz?Onlar da tıpkı kaplumbağalar gibi evlerini sırtlarında taşırlar. Bir zamanlar,evini sırtında taşımaktan hoşlanmayan sevimsiz bir salyangoz yaşarmış.Üstelik evinin rengi de hiç hoşuna gitmezmiş.
Bizim salyangoz,kelebek ve uğurböceğini çok severmiş.Arada bir onlarla dertleşir,sırtında taşıdığı evi onlara şikayet edermiş.”Ah keşke!” dermiş.”Evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım.Hadi taşıyorum,bari sizin ki gibi bol desenli ve renkli olsaydı.”
Kelebek ve uğurböceği bir gün salyangoza;”Sevgili arkadaşımız!” demişler.”Hani evim renkli olsun diyorsun ya,biz çaresini bulduk.Ressam olan bir tırtıl var.Seni ona götürürsek eğer, evini rengarenk boyar.”
Salyangoz buna çok sevinmiş.”Ne duruyoruz!Hemen gidelim.”demiş.Böylece düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar.Gelen misafirleri dinleyen tırtıl, boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış.Sonunda salyangozun evine çok güzel desenler çizmiş.Salyangoz yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olması onu çok üzüyormuş.
Dönüş yolculuğunda üç arkadaş şiddetli bir yağmura yakalanmış.Kelebek ve uğurböceği öyle ıslanmışlar ki,sele kapılmaktan zor kurtulmuşlar. Oysa salyangoz hemencecik evinin içine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca,arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş.Sonra da kendi kendine şöyle düşünmüş:”İyi ki saklanabileceğim bir evim var.Rengi olmasa da,Rengi olmasa da beni yağmurdan koruyor ya.”
Sevimli salyangoz bu olaydan sonra bir daha hiç üzülmemiş.
.: KÖLE VE ASLAN :.
Vaktiyle bir köle kaçıp ormana sığınmış.Etrafta gezinirken,iniltiler içinde ızdırap çeken bir aslan görmüş.önce korkup kaçmaya yeltenmiş.Fakat aslanın yerinden hiç kıpırdamadığını,yalvaran gözlerle kendisine baktığını görüp durmuş.Aslan kanayan pençesini uzatıyormuş ona.Köle dikkatlice bakınca, aslanın pençesine büyük bir dikenin saplandığını görmüş.Dikeni çıkarıp yarayı temizleyen köle,gömleğinden kopardığı bezle de iyice sarmış.
Rahatlayan aslan ayağa kalkıp kölenin ellerini yalamaya başlamış.Sonra da önüne düşüp yaşadığı inine götürmüş.Her gün yakaladığı avları ine taşıyıp,köleye yardım ediyormuş.
Bu beraberlikleri uzun sürmemiş.Ormana gelen avcılar ikisini de yakalamışlar.Ayrı kafeslere kapatıp günlerce aç bırakmışlar onları.
Kralın da hazır bulunduğu bir gün kafesin ağzı açılmış.Aslanın köleyi nasıl parçalayacağını herkes merakla bekliyormuş.Büyük bir iştahla saldıran aslan,kölenin yanına gelince onu tanımış.Önünde bir köpek sadakatiyle durup ellerini yalamaya başlamış.
Kral bu duruma çok şaşırmış.Köleyi yanına çağırıp bütün hikayeyi dilemiş ondan.Anlatılanlardan çok etkilenen kral,kölenin affedilmesini,aslanın da ormana salıverilmesini emretmiş.
.: TİLKİ İLE KEDİ :.
Tilki ile kedi sohbet ediyorlarmış.Tilki durmadan ne kadar hilekar ve kurnaz olduğunu anlatıyormuş.Söylediğine göre düşmanları onu alt edemezmiş çünkü onlardan kurtulacak bir sürü oyun ve hile bilirmiş.
Kedi biraz da utanarak;”Ben fazla oyun bilmem ki!” demiş.”Düşmanlarımın elinden kurtulmak için bir tek yol bilirim,o da kaçmaktır.”
Tilki;”Kedi kardeş!” demiş,”Ben her tehlike karşısında başımın çaresine bakabilirim ama senin durumuna üzülüyorum.Korkarım bir gün düşmanların seni çabuk alt edecek.”
Az sonra bir sürü tazının bağrışmalarını duymuşlar.Bir avcı topluluğuna ait olan bu köpekler,bütün hızlarıyla kendilerine doğru koşuyormuş.Kedi hemen,yanındaki bir ağacın dallarına sıçrayarak en üstteki bir yaprak kümesinin içine saklanmış.
Tilki ise;”Acaba şu hileyi mi yapsam,yoksa bu hileyi mi?” diye düşünmeye başlamış.Çünkü o kadar çok hile biliyormuş ki,hangisini uygulamasının daha doğru olacağına karar veremiyormuş.Tam birisini uygulayacakmış ki,tazılar etrafını çevirip tilkinin işini bitirivermişler.
Bütün olanları yukarıdan seyreden kedi,çok hile bilmediğine şükretmiş.
.: ZALİM ASLAN :.
Vaktiyle ormanın birinde,canavar mı canavar bir aslan varmış.Çok kan döker,canını yakmadık tek bir hayvan bile bırakmazmış.O yaşadığı sürece,hiçbir hayvan rahat yüzü görmemiş.Bütün hayvanlar ondan nefret eder,ölümünü beklermiş.
Bu zalim aslan sonunda yaşlanmış.Gücü kuvveti kalmamış.Ağzındaki dişler de dökülünce herkesin maskarası olmuş.Hiçbir hayvan ona yardım etmiyor ve onunla konuşmuyormuş.Hayvanlar bir gün oturup karar almışlar;”Gelin hep beraber,bize bunca kötülük eden bu zalim aslanı iyice bir dövelim. Yaptıklarının cezasını,az da olsa gömüş olsun böylece.”
Sonunda bütün hayvanlar aslana saldırmış.iyice bir dövmüşler onu.Birisi boynuz vuruyor,diğeri çifte atıyor,bir başkası ısırıyormuş.Böylece;yaman bir öç almışlar aslandan.
.: KURT İLE KÖPEK :.
Bir köpek ormanda gezerken kurtla karşılaşmış.Hasta ve çok zayıflamış olan kurt,ayakta zor durabiliyormuş.Köpek kurdun bu haline çok üzülmüş.”Ne kadar kötü görünüyorsun böyle kurt kardeş?”demiş.”Herkes bizi düşman bilse de,biz uzaktan akrabayız.Doğrusu sana yardım etmek isterim.”
“Hiç sorma.” demiş kurt.”Ağır bir hastalığa yakalandığım için uzun süre avlanamadım.Şimdi iyileştim ama bir av yakalayacak kadar gücüm kalmadı artık.Ben de böyle aç susuz dolaşıyorum artık.”
“Sen hiç üzülme.”demiş köpek.”Ben sana yardım edeceğim.Bu akşam sahibimin düğünü var. Akşam olunca köyün dışındaki çalılıklara gel.Ben sana düğün yemeklerinin artıklarını taşırım.”
Birkaç gün boyunca köpek tarafından beslenen kurt,sonunda kendini toparlayıp eski kuvvetine kavuşmuş.Teşekkür edip vedalaştıktan sonra da ormana gitmiş.
Aradan yıllar geçmiş.Köpek iyice yaşlanınca sahibi onu dışarı atmış.Ormanda aylak aylak gezen köpek,eski dostu kurtla karşılaşmış.”Hayrola?” demiş kurt.”Çok perişan görünüyorsun.”
Köpek içini çekip;”Yaşlandım artık!” demiş.”Sahibimin işine yaramadığım için beni kovdu.”
Kurt;”biz eski dost değil miyiz?” demiş.”Şimdi yardım etme sırası bende.Hatırlasana,benim hayatımı nasıl kurtarmıştın?Hemen bir plan yapmalıyız.Tamam buldum!Senin sahibinin küçük bir çocuğu vardı değil mi?Şimdi ben gidip onu kaçıracağım,sen de geri götüreceksin.Böylece sahibin seni el üstünde tutacak.”
Bu sözleri söyleyen kurt,kaşla göz arasında gidip,çocuğu ormana getirmiş.Köydeki herkes silahlanıp ormana koşmuş ancak daha ormana girmeden,yaşlı ve işe yaramaz diye evden kovdukları köpeğin çocuğu geri getirdiğini görmüşler.
Bu olaydan sonra yaşlı köpeğin itibarı öyle artmış ki,insanlar onun kahramanlığını yüzlerce yıl çocuklarına anlatmışlar.
Kurtla köpek arasındaki bu danışıklı dövüşü hiç kimse anlayamamış.
.: TAVŞAN İLE KAPLUMBAĞA :.
Tavşan ikide bir böbürleniyor:
-Kimse benden hızlı koşamaz,diyormuş.Sonunda kaplumbağa dayanamamış:
-İstersen yarışalım,demiş.
Koşuya başlamışlar.Tavşan epeyce yol aldıktan sonra,”Hıh,o sırtı kabuklu hayvancık sürüne sürüne kim bilir ne zaman sonra bana yetişir?”diye düşünmüş.
-Şu ağacın altına biraz uzanıp dinleneyim,demiş.Uyuyakalmış.
Kaplumbağa ağır yürüyüşü ile yürümüş yürümüş,hiç dinlenmeden yol almış.
Tavşan bir ara gözünü açmış.Bir de ne görse beğenirsiniz,kaplumbağa neredeyse yarışı bitirmek üzereymiş.Hemen fırlamış,rüzgar gibi koşmaya başlamış.Ama ne çare,kaplumbağaya yetişememiş.
Böylece tavşan yarışı kaybetmiş.Aldırış etmemenin cezasını çekmiş.Kaplumbağa ise düzgün adımlarla,durmadan yürüdüğü için yarışı kazanmış.
.: ŞAHİN İLE HOROZ :.
Şahin, tatlı bir daire çizerek süzüldü, yüzyıllık çınar ağacının dalına kondu. Gerçi kendisini hafif hafif esen rüzgarın kollarına bırakmıştı ama; yine de yorulmuştu inerken. Bir süre konduğu dalda soluklandı, üzerindeki tozları silkeledi ve “Biraz kestireyim.” diyerek iyice yayıldı.
Tam bu sırada bir ses duydu. Horozun biri bağırtıyla kaçıyordu. Çınarın altına geldiğinde soluk soluğa kalmıştı. Dönüp arkasına baktı, kimsenin gelmediğini görünce rahatladı.
Horozun kaçışını izlemiş olan şahin:
- Hah hah hah hah, diye gülmüştü.
Horoz, “O da kim?” diye çevresine bakınırken, şahin yukarıdan seslendi:
- Benim, dostum, ben, şahin, başını yukarı kaldır.
Horoz, sesin geldiği yöne kaldırdı başını, şahini gördü.
Şahin hâlâ gülüyordu:
- Ne oldu, kimden kaçıyordun öyle?
- Tabii gülersin, dedi horoz, sana göre bir şey yok.
- Kim kovalıyordu seni?
Horoz:
- Sahibim, dedi, kim olacak, ilerideki çiftlikte yaşıyorum.
- Size şaşıyorum, dedi şahin, sahipleriniz, henüz yumurtadan yeni çıkmış bir yavruyken özenle besleyip büyütüyorlar, sizler için güzel evcikler yapıyorlar, kümeslerde bir eliniz darıda bir eliniz arpada yaşayıp gidiyorsunuz, yine de size yaranamıyorlar… Yahu, kendisine bu kadar yararı dokunan insanlardan kaçılır mı?
Horoz, şahinin küçümseyici sözlerini dinledikten sonra:
- Sen, dedi, bir şahini tavada kızarırken veya şişe geçmiş közde pişerken gördün mü hiç?
- Yook, dedi şahin laubali bir tutumla, ne olacak?
- Ben, dedi horoz; çok horozlar, tavuklar gördüm sahibim pişirirken, ona nasıl güvenebilirim?
Beydeba, Kelile ve Dimne
.: ARSLANLA FARE :.
Herkese saygı göstermeli elden geldikçe.
Umulmadık kimselerden fayda görür insan.
İşte bu, gerçeği anlatan bir hikaye,
Daha nice bin hikaye arasından.
Pençesi dibinde bir arslanın,
Dalgınlıkla bir fare çıkıverdi.
Bu fırsatı kullanmadı sultanı ormanın,
Fareye dokunmayıp bir büyüklük gösterdi.
Bu iyiliği boşa gitti sanmayın;
Kimin aklına gelir ki bir an,
Fareye işi düşer arslanın?
Ama o da bir gün dışarı çıktı ormandan;
Gitti tutuldu bir ağa.
Ne çırpınma, ne kükreme … Kâr etmez tuzağa.
Bay fare koştu; dişiyle arslanın ağını,
Öyle bir kemirdi ki ağ söküldü nihayet.
Sabırla zamanın yaptığını;
Ne kuvvet yapabilir, ne şiddet.
“İyilik eden iyilik bulur.”
“Hizmet et benim için, hizmet edeyim senin için.”
“İyilik iki baştan olur.”
Jean de La Fontaine
( Çev.: O. Veli Kanık )
Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahî kesin bilgiler edinilmiş değildir; çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız,
Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divan-ı Lugat-it Türk'tür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük
Tunga Alp Er idi katı belgülük
Bedük bilgi birle öküş erdemi
Biliglig ukuşlug budun ködremi
Tacikler ayur ânı Afrasyab
Bu Afrasyap tutdı iller talab
Bugünkü Türkçemizle: "Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi; geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı: bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti" anlamına gelen bu ağıttan, Alp Er Tunga'nın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâme'nin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir kısmında Afrasyab'ın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır. Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları gerekmektedir. Alp Er Tunga'da bu değerler fazlasıyla vardır. Şehnâme'ye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga Îran-Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı.
İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tunga'yı yendi ama hükümdarını kurtaramadı. Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga iran'a bir daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. 'Halen Anadolu'da Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. (Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.)
Bu savaşlar sürüp giderken, İran'ın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.
Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi; fakat daha önce davranan Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan Firdevsî'nin Zal Oğlu Rüstem'i ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tunga'yı yenik durumlara düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tunga'mn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Firdevsî, kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tunga'mn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir; Firdevsî'nin Alp Er Tunga'yı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsî'yi etkisi altına almıştır.
Prof. Zeki Velidî Togan'a göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda OrtaTiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er Tunga'dır.
Divan-ı Lugat-it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir.
Bu parçalar, o günkü ve bugünkü Türkçe söyleyişle aşağıya alınmıştır:
Alp Er Tunga öldi mü?
Isız ajun kaldı mu?
Ödlek öçin aldı mu?
Emdi yürek yırtılur.
Ödlek yarağ közetti
Oğrun tuzağ uzattı
Begler begin azıttı
Kaçsa kah kurtulur?
Begler atın urgurup
Kadgu anı turgurup
Mengzi yüzi sargarup .
Korkum angar türtülür.
Uluşıp eren börleyü
Yırtıp yaka urlayu
Sıkrıp üni yırlayu
Sığtap közi örtülür.
Könglüm için ötedi .
Yitmiş yaşıg kartadı
Kiçmiş ödig irtedi
Tün kün kiçip irtelür
Alp Er Tunga öldü mü?
Kötü dünya kaldı mı?
Felek öcünü aldı mı?
Şimdi yürek yırtılır.
Feleğin silahı hazır
Gizli tuzak kurdurur
Beyler beyini vurdurur
Kaçsa nasıl kurtulur?
Beyler atlarını yorup
Kaygıdan çaresiz durup
Beti benzi sararıp
Sarı safrana döndüler.
Erler kurt gibi hıçkırdı
Yaka bağır yırtıp durdu
Acı ağıtlar çığırdı
Yaş akar gözler kurur.
Gönlüm içinden yandı.
Geçmiş zamanı andı.
Geçen günler nerdedir?
Son zamanlara kadar şifahi edebiyat şeklinde devam etmiş olan Kırgız Edebiyatı şekil ve öz bakımından çok zengindir.
Rus istilalarının Kırgız sosyal hayatını sarsması sebebiyle bu dönemde yetişen şairlerin eserlerinde umutsuzluk ve karamsarlık görülür. Kolıgul ve Arstanbek gibi tanınmış halk şairleri, eski edebi gelenekleri sürdürmüşlerdir. Onların açtığı çığırda yetişen Kılıç da Kırgızistan'ın Rusya'ya bağlanmasına karşı çıkan Türkçü bir şairdir. Toktogıl Satılgan (1864-1933) da şiirleriyle büyük bir ün sağlamıştır.
Kırgızların yazılı edebiyatı 20. yüzyıl başında gelişmeye başlamıştır. 1917 Rus ihtilalinden önce, ancak birkaç edebi eser çıkmıştır. Kırgız dilinde yazılmış olan ilk eser, Kılıç Manırkanoğlu'nun Zelzele adlı eseridir. 1911'de yayınlanan bu eserde Arap Alfabesi kullanılmıştır. Esenkali Arabay'ın alfabe kitabı ise 1913'te çıkmıştır. Osmanali Sadıkoğlu'nun Kırgız Tarihi de 1913'te yayınlanmıştır. Onu 1914'te Manap Şabdan'ın tarihi takip eder.
1917'den sonra yetişen Kırgız yazarları Sadık Karaşıoğlu ve Kasım Tınıstanoğlu, milliyetçi bir kuruluş olan Alaş Orda'nın üyeleri arasındadır.
1924'te Kırgızca ilk gazete çıkar, aylık bir edebi derginin yayınına başlanır. 1927'de Kırgız Yazarlar Birliği kurulur. 1930'a kadar Alaş Orda'nın ağır ideolojisi altında yazan Kırgız yazarları daha sonra şiirlerini ayrı olarak yayınlar. 1927'de de Kırgız şairlerinin eserleri Kızıl Kol adlı bir antolojide toplanmıştır. Bu dönemin şairleri arasında Ali Tokombay, Bayalın, Mukay Elebay önemli yer tutar.
1930-1938 yılları arasında Kırgızistan'da milliyetçi yazarlarla yeni rejim taraftarı yazarlar arasında yoğun bir ideolojik savaş olur. Bu dönemin ünlü yazarları arasında Tugelbay Sıdıkbek, Mukay Elebay ve Cusup Turusbek sayılabilir.
Son dönemin tanınmış bir yazarı olarak da Cengiz Aytmatov sayılabilir.
Müşterek Orta-Asya Türkçesini takib eden Kuzey-Doğu Türkçesinin meydana getirdiği edebiyat, geniş manada Çağatay Türk Edebiyatını meydana getirmektedir. Divan ü Lügati't-Türk ve Kutadgu Bilig gibi büyük eserlerin ortaya çıkışından sonra Kaşgar Türkçesi edebi kudretini göstermiş oluyordu. Hakaniye diye anılan bu Türk şivesi sadece bu eserlerle kalmamış, teşekkül eden yeni kültür merkezlerinde birçok eserler vücuda getirmiştir.
Gerçekte Kutadgu Bilig'le başlayan bu devre, ortaya çıkan kültür merkezlerine göre üçe ayrılırsa da onları Müşterek Orta Asya Türkçesi eserleri olarak zikretmek gerekir. Dil bakımından bu bölgeler Kaşgar şivesindeyseler de arada bazı ayrılıklar görülmektedir.
Müşterek Orta Asya Türkçesinin doğu kolu olan Kaşgar veya Hakaniye (Karahanlı) şivesi gerçekte Doğu Türkçesini meydana getirmiştir. Bu şiveyle yazılan eserlerin başında 12. asır mahsullerinden sayılan Edib Ahmed Yükneki'nin yazdığı Atabetü'l-Hakayık gelmektedir. Dilin gelişmesi ele alınınca, az da olsa Kutadgu Bilig'den ayrıldığı görülen bu eser, daha çok bir nasihatnamedir. Edib Ahmed Yükneki ise devrinde itibarlı bir şairdir. Eserinde, Kutadgu Bilig'e nazaran daha fazla Arapça ve Farsça kelimelere yer vermiştir.
Asıl 12. yüzyıl Kaşgar Türkçesi edebiyatının en büyük temsilcisi Yesili Ahmed'dir. Ahmed Yesevi (ölm. 1166 H. 562) ruhu okşayan çekici hikmetleriyle tanınmıştır. Timur Han bu büyük Türk tarikat şeyhi ve şairinin türbesini yaptırmıştır. Pekçok lakapla anılan Ahmed Yesevi gerçekte bir mekteb kurmuş ve bu mektep, talebeleri tarfından devam ettirilmiştir. Hakim Süleyman Ata (ölm. 1186) önde gelen talebelerinden olup, Bakırgan'da irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Yesevi'nin Divan-ı Hikmet adlı eseri Kültür Bakanlığı tarafından neşredilmiştir.
Miftahü'l-Adl adlı fıkıh kitabıysa bu dönemde ayrı bir önem taşımaktadır. On dördüncü yüzyıla kadar bu sahada görülen eserlerden Oğuz Kağan Destanı ve 14. yüzyılın başında Rabguzi'nin yazdığı Kısasü'l-Enbiya'nın önemini belirtmek gerekir.
Müşterek Orta Asya şivesi sadece doğuda varlığını sürdürmemiştir. Bu şivenin batı ağzı bilhassa Batı Türkistan'da yeni ve canlı bir edebiyatın doğmasına sebep olmuştur. Harezm ve Sirderya Irmağının güneyindeki yerler; Yedisu, Merv, Buhara gibi şehirler bölgenin kültür merkezi haline gelmiştir. Burada Türklüğün Kaşgar, Kıpçak ve Oğuz şiveleri karışık olarak yaşadığından yazılan eserlere de bu durum aksetmiştir. Bölgenin en önde gelen eseri Alioğlu Mahmud'un yazdığı Nehcü'l-Feradis'tir. Eser daha çok hadisler ve açıklamalarıyla siyer-i Nebi cinsindendir. Fakat İslamiyete ait geniş bilgileri ihtiva etmesi, her çeşit halk tabakası için yazıldığını göstermektedir. Harezm şivesi dalını en iyi şekilde aksettiren eserin edebi yönü ayrı bir değer taşımaktadır.
Şeyh Şerif Hoca tarafından yazılan Muinü'l-Mürid de şive itibariyle Nehcü'l-Feradis'e yakındır. Türkmenler arasında üstün tutulan eser 14. yüzyıla aittir. Hazermi'nin Muhabbetname'si de aynı asrın eserleri arasına girmektedir. Zemahşeri'nin Mukaddimetü'l-Edeb'i ise bu yüzyılda Divan ü Lügati't-Türk'ü hatırlatır mahiyettedir.
Dil bakımından yine aynı şiveye dahil olan fakat nerede yazıldığı belli olmayan eserler de mevcuttur. Bunların başında 12. yüzyılda Ali'nin yazdığı Kıssa-i Yusuf gelmektedir. Eser Kıpçak Türkçesi unsurlarını da taşımaktadır. Kutb'un Hüsrev ü Şirin'i Kıpçak Türkçesi unsurlarını ihtiva etmesi bakımından Kıssa-i Yusuf'a yakındır. Böyle olmakla birlikte Altınordu sahasında yazılan bu eser Oğuz-Kırpçak Türkçesi ürünüdür. Hüsrev ü Şirin 1341 yılında Harezm bölgesinde Kutub mahlasını kullanan bir Türk şairi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Eser ayrıca Nizami'nin aynı isimdeki eserinin Türk Edebiyatındaki ilk tercümesidir. Yer yer Kur'an-ı kerimden alınan surelerin bulunduğu eser, İran Edebiyatının tesiri altındadır.
Bölgenin diğer bir eseri Revnaku'l-İslam'dır. Eserde o devir Türklük hayatına bir hayli yer verilmiştir. Yalnız Şeyh Şeref'in yazdığı bu eser daha ziyade Türkmen ağzı ile yazılmış ve pek fazla rağbet görmüştür.
On dördüncü asırda Kıpçak ili dil yadigarları da edebi yönden zikre değer eserlerdir. Bunların başında Kırım veya Kefe'de yazıldığı tahmin edilen Codex Cumanicus'tur. Eser, Latin harfleriyle yazılmıştır. İki kısımdan meydana gelen eserin İtalyan bölümünü lügat, Alman bölümünü ise çeşitli dini metinler meydana getirmektedir. Eserin Kıpçak Türkçesini öğrenmiş misyoner rahipler tarafından yazıldığı tahmin edilmektedir.
Kuzeyde yazılan bu eserin yanında Kıpçak Türkçesiyle güneyde, Mısır'da bilhassa gramer ve lügatçiliği ilgilendiren bir hayli eser vücuda getirilmiştir. Fakat edebi yönden bunlardan ayrılan yegane eser 1391 yılında tamamlanan Seyf-i Serayi'nin Gülistan Tercümesi'dir.
Müşterek Orta Asya Türkçesinin bütün edebi faaliyetleri, Kuzey-Doğu Türkçesi dil yadigarları içinde yer aldığı için, geniş manasıyla Çağatay Türk Edebiyatının birinci ve ikinci devresini meydana getirirler. Dar manasıyla Çağatay Edebiyatı, Timur ve Timurlular devrinde meydana getirilen edebi mahsuller için kullanılmıştır. Timur ve şehzadelerinin sarayında Türkçe konuşulurdu. Bu devre ait ilk eser Ulu Tav (Ulu Dağ)daki 1391 tarihli Timur Hanın Uygur harfleriyle yazdırdığı 11 satırlık bir kitabedir.
On dokuzuncu asrın başlarından itibaren Rus istilaları neticesinde Azeri edebiyatı iki kola ayrılır. Bunlardan Kuzey Azerbaycan Edebiyatı Rus tesiri altında şekillenirken, GüneyAzerbaycan Edebiyatı da klasik çerçeve içinde sönükleşir ve bir taklit edebiyatı halini alır.
Bunun yanısıra Halk Edebiyatı bütün canlılığıyla tekamülünü sürdürmekte olup aşık tarzı şiirin yanında halk destanları, nağıllar, latifeler, tapmacalar ve bayatılar gibi sözlü edebiyat türleri ileri seviyededir.
Rus istilası karşısında, destanlar, ağıtlar oluşturmuş halk şairleri arasında Abdurrahman Ağa Dilbazof ve Genceli Hasan mühim yer tutar.
Klasik edebiyat gittikçe zayıflamakla birlikte bilhassa Güney Azerbaycan'da geleneğini sürdürmektedir. Klasik Edebiyatın türlerinden gazel ve özellikle mersiyenin Azeri Edebiyatında özel bir yeri vardır. Dahil, Dilsüz, Raci, Kumri, Mukbil, Pürgam, Şuai ve Ahi 19. asrın önemli mersiye şairleridir.
Tekkelerde gelişen tarikat edebiyatında ise Hamza Nigari, Mir Mehemmed Askeri ve Kutkaşınlı Abdullah önde gelirler.
Baba Bey Şakir ise satirik daldaki şiirleriyle tanınır.
Güney Azerbaycan'da yeni edebiyatın ilk temsilcileri arasında Abdurrahim Talıbof, Zeynelabidin Şirvani ve Mirza Ağa Tebrizi sayılabilir.
Konuları, klasik konulardan ayrılmakla birlikte bu dönemin en çok rağbet gören nazım şekli gazeldir. Andelib Karacadağı, Nebati, Heyran Hanım ve Hacı Mirza Mehdi Şükuhi devrin önemli şairleridir.
Güney Azerbaycan'da modern Azeri Edebiyatının öncüleri daha çok Rusça'yı öğrenip Batı medeniyetleriyle tamasa geçen ilim adamları olmuştur. Mirza Cafer Topçubaşı, Mirza Kazım Bey ve Abbaskuluağa Bakıhanlı Kudsi ansiklopedik yönü de ağır basan birer şair ve ilim adamıdır.
Devrin en renkli simalarından biri de Mirza Şefi Vazıh'tır. Onun yanında realizm çığırının mahallileşme yönünde en mühim temsilcisi olan Kasım Bey Zakir ile modern hikaye yazarlarından olan İsmail Bey Kutkaşınlı önemli isimlerdir.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısında Azeri Edebiyatı, tiyatro yazarı, şair, mütefekkir ve reformist olan Ahundzade'nin şahsında en büyük temsilcisini bulur. Lirik şiirleri ve satirik manzumeleriyle Seyyid Azim Şirvani de asrın en büyük şairidir.
Azerbaycan'da Tiyatronun Doğuşu ve Gelişmesi: Azerbaycan'da tiyatronun ortaya çıkışı, Avrupai hayat tarzının tesiriyle Tiflis'te olmuştur.
1851'de vali Vorontsov tarafından tiyatro binası hizmete açılır. Başta Ahundzade'ninkiler olmak üzere komediler ilk defa Rusça olarak oynanır.
1880'den sonra profesyonel tiyatro toplulukları kurulur. Bu gelişmelerde H. Zerdabi, Necef Bey Vezirli, S.M.Ganizade, N.Nerimanof, Cihangir Zeynalof ve H.Mahmudbeyof çok büyük hizmetler görmüşlerdir.
Celil Mehmedguluzade, Abdurrahman Bey Hakverdili, Üzeyir Hacıbeyli, Abdullah Şaik de bu dönemin isimleri arasında önemli yer tutar.
İlk profesyonel tiyatro topluluklarında Hüseyngulu Serabski, Cihangir Zeynalof, Mehdibey Hacınski, H. Ereblinski, Hacıağa Abbasof ve Ebulfeth Veli şöhret kazanmış isimlerdir.
Hüseyin Cavid ve Cafer Cebbarlı devrin meşhur yazarlarındandır.
1930-1940 yıllarının önemli eser sahipleri arasında Mirza İbrahimof ve Said Ordubadi vardır.
Daha sonra dramlarıyla İlyas Efendiyef, komedileriyle Sabit Rehman, Enver Memmedhanlı ve son dönemde Şıheli Gurbanof, İslam Seferli, Ekrem Eylisli seçkin tiyatro örneği veren sanatçılardır.
Yirminci yüzyılın başında Azeriler gözlerini dünyaya çevirmiş, olan bitenler ışığında gelecek hazırlıklarını yapmaya başlamışlardır. Türkiye matbuatı ile yaptıkları alışveriş neticesinde dildeki yakınlaşma ile edebi ve siyasi münasebetler de gelişmiştir.
On sekizinci asra kadar Osmanlı tesiri altında gelişen Kırım Türkçesi ve Edebiyatı, Kırım'ın Rusya'ya ilhakıyla gittikçe zayıflar. Bu dönemde Kırım Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasındaki siyasi, edebi ve medeni bağlar tamamen kopar.
1783-1880 yılları arasına rastlayan kitle halindeki göçlerle aydın ve alimlerin susturulmaları sonucu bu yüzyıllık dönem içinde Kırım Türkçesinin kültürel alanda hiçbir verimi yoktur.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından sonra Kırım Edebiyatında bir canlanma görülür. Bu canlanma hareketinin öncüleri olan Abdurrahman Kırım Hace ve Abdurrefi Bodanski gibi yazar ve eğitimciler medreselerde dini eğitimin yanısıra diğer derslerin de okutulması için gayret göstermişler, dil öğrenme ve bilhassa lügat hazırlama çalışmalarına ağırlık vermişlerdir. Daha sonra bu tür çalışmalar İsmail Gaspıralı ve Hasan Nuri gibi derin aydınlar tarafından devam ettirilir ve bu iki kişinin öncülüğüyle Rusya'da ilk Türkçe gazete olarak Tercüman gazetesi çıkmaya başlar (1883). İsmail Gaspıralı dil konusunu bütün sosyal sahalardaki gelişmenin temeli olarak görür. Onun öncülüğünü yaptığı ve özellikle tercüme faaliyetlerinin hızlandığı bu dönem edebiyatı “Tercüman Edebiyatı” (1883-1916) adıyla anılır.
1905 meşrutiyet inkılabından sonra Kırım Türkleri de milli edebiyat yolunda çalışmalara hız verirler. Abdurreşid Mediyev, Osman Akçokraklı, Bekir Emekdar, Hasan Çergeyev, Ali Bodanin**** Hasan Sabri Ayvazov, İsmail Lemanov, Hüseyin Şamil Toktargazi, Osman Zaatov Habibullah Kerim, Hüseyin Baliç, Gaffar Şerfeddin, Mehmed Nüzhet, Seyyid Mahmud Rifatov, Seyyid Abdullah Özenbaşlı gibi pekçok aydın bu dönemde yetişmiştir.
Tercüman'ın ölçülü tutumunu beğenmeyenReşid Mediyev ve arkadaşları Vatan Hakimi adıyla bir gazete çıkarırlarsa da uzun ömürlü olmaz.
Alem-i Nisvan adlı kadın gazetesi çocuklar için çıkan Alem-i Sübyan da bu döneme rastlar. Bütün gazetelerde hedef, halkı uyandırmak ve cahillikten kurtarmaktır.
1905 inkılabının başından itibaren Kırım'da canlanan edebi gelişmelerde üç edebi dil akımı görülür. Rusça, Osmanlı Türkçesi ve Batı Türkçesi, 1915'ten sonra Batı Türkçesinin yerini Kuzey Türkçesi alır. 1905-1917 arasında gelişen edebiyat Yeni Devir Edebiyatı adını alır.
1917 Devrimi Kırım Türklerinin siyasi ve sosyal hayatlarında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Sovyet hakimiyetinin ilk yıllarında Kırım'da bir imha siyaseti uygulanır. 1921'den sonra Kırım'ı Tatarlaştırma dönemi başlamıştır. Kırım Türk aydınları sistemin izin verdiği ölçüde yeni Kırım Sovyet Edebiyatını meydana getirmeye çalışırlar. Bu dönemin edipleri arasında, bir kısmı inkılaptan önce de eser vermiş olan Hasan Çergeyev, Mehmed Nüzhet, Abdullah Latifzade, Ömer İpçi, Bekir Çobanzade, Yakub Şakirali ile Abdurrahman Altanlı, Ziyaddin Cavtöbeli, Cafer Gaffar, İlyas Tarhan, Irgat Kadir, Mahmud Nedim, Eşref Şemizade gibi gençler bulunur.
1938'de Stalin döneminde bir kanunla bütün Slav olmayan dillerde olduğu gibi, Kırım Türkçesinde de Kiril alfabesi kullanılmaya başlar.
Stalin devrinde Nazi işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmakla suçlanan Kırım Türkleri, 1944 katliamından sonra Türkistan içlerine sürülür. Sosyal hayatla ilgili birçok faaliyetleri yasaklandığı gibi tarih ve kültür mirasları yok sayılmıştır. On yıldan fazla süren bu suskunluk dönemi 1953'te Stalin'in ölümüyle sona erer. Bundan sona Kırım, kaybettiği haklarını geri alma yolunda mücadeleye başlar.
Kırım'da ve Kırım dışında yetişen aydınlar Kırım Türk konuşma ve edebi dilinin gelişmesi için 1950'li yıllarda çalışmalara başlar. Bu canlanmada basının çok önemli rolü olmuştur. 1957'de çıkan Lenin Bayrağı Gazetesi Kırım Türkçesiyle neşredilir. Bu gazete, etrafına toplanan ve hitap ettiği kitlenin genişliğiyle Tercüman Gazetesini hatırlatmaktadır.
Kırım Tatar Edebiyatı Şurası, Taşkent Pedagoji Enstitüsü, Kırım Tatar Dili ve Edebiyatı Bölümü gibi müesseseler yeni kadroların hazırlanmasına yardımcı olur.
70'li yıllarda Özbek, Kazak, Rus okullarında okuyan çocuklar artık anadillerini de öğrenmeye başlarlar. Çeşitli gramer kitapları ve sözlükler neşredilir. Gafur Gülam neşriyatının da Kırım edebiyatının yeniden canlanmasında büyük rolü olmuştur. Bu dönemde Cafer Bulganaklı, Kerim Camanaklı, Ziyaddin Cavtöbeli, Çerkez Ali, Şakir Selimov, Yunus Temirkaya, Bekir Çobanzade, Abdullah Latifzade, Şamil Aladdin, Cevdet Ametov; Abdullah Dermenci, Rıza Halid, OsmanAyder, Eşref Şemizade gibi ediplerin birçok eseri neşredilmiştir.
Zamanın yazar ve şairleri, Kiril alfabesinin Kırım Türkçesindeki bütün seslerini karşılayamaması, anadillerinde eğitim görmeyip milli terbiye ile yetiştirilmeyen gençlerin edebi dili iyi bilmemeleri gibi zorluklarla karşılaşmalarına rağmen, edebiyatın bütün türlerinde eserler vermeye gayret göstermektedirler. Günümüzde ise Kril Alfabesini terk edip Latin Alfabesine geçme çalışmaları yapılmaktadır.
(1878-1923) dönemi: Üç asırlık hür Osmanlı idaresinin ardından adanın geçici olarak İngilizlere verildiği bu dönemde ada Türkleri tam bir esaret dönemine girmiştir. Ancak bu baskı dönemi Türk Edebiyatının gelişmesini durduramamış, sadece yavaşlatmıştır.
Kıbrıs'ta ilk özel Türkçe gazete olan Saded 1889'da yayınlanmaya başlar. Onu 1891'de Zaman, 1892'de Yeni Zaman takip eder.
İlk mizah gazetesi olan Kokonoz 1896, ilk roman örneği olan Bir Gece Sohbeti ve Muzaffer Galib'in Bir Bakış adlı eseri 1892, Kaytazzade Nazım'ın Yadigar-ı Muhabbet adlı romanı ise 1893 senesine aittir.
Bu esnada şiir yazımı da gazete yayınlarıyla birlikte yürümektedir. Gazete yazarı olan Muzaffereddin Galib ve romancı Kaytazzade Nazım aynı zamanda şiirleriyle de tanınır.
Kıbrıs Türk şiiri, Larnakalı Mehmed Nazım Beyin öncülüğü ile serbest nazma geçer.
Bu isimler yanında şiirde M.Sabri, Muallim Cevdet, gazete ve düzyazıda Sadık Efendi, Bodamyalızade Mehmed Münir Bey, İsmail Fethi, Mehmed Derviş, Ahmed Raşid, Ahmed Raik (Çağlayan), Mehmed Remzi Okan ve Hafız Cemal sayılabilir.
Bütün yayın hayatının esas konuları ise, “saltanatı yerme”, “Anavatana ve Mustafa Kemal'e bağlılık” ile “İngiliz, Rum baskılarına karşı direnme” şeklinde özetlenebilir.
Bir yandan da Halk Edebiyatı zengin geleneğini sürdürmektedir.
(1923-1955) dönemi: İngiliz sömürge idaresinin bu ilk dönemi Kıbrıs Türkleri için bir suskunluk dönemidir. İngilizlerin Türkler üzerindeki baskıları ve koydukları kısıtlamalar günlük hayatın her safhasına yayılır.
1943'ten sonra bazı milli günlerin kutlanması benimsenir; geçmişe özlem duyan başlıklarla yazılar, bazı antolojik eserler ve edebi dergiler yayınlanmaya başlanır. Bu dönemin şairleri arasında, Nazif SüleymanEbeoğlu, Urkiye Mine Balman, Engin Gönül, Pembe Marmara, Necla Salih Suphi, Rauf Denktaş, Ahmed Esad; ardından da İbrahim Zeki Burdurlu, Mustafa İzzet Adiloğlu, Özker Yaşın, Ahmed Gazioğlu, Özdemir Sennaroğlu, Cem Sual, Cevdet Çağdaş, Taner F. Baybars, Oğuz Kusetoğlu, Salahi Sonyel sayılabilir.
Hikmet Taşkent ve N.Sami Banarlı, dönemin iki büyük destekçisidir. Bu dönem şiirinde, vezin olarak hece, konu olarak da milliyetçilik ağır basmıştır.
Nesir sahasında da makale, roman, hikaye, tiyatro, opera, sohbet gibi değişik türlerde, milliyetçilikten, ahlak ve politikadan cihanşümulluğa kadar çeşitli konular ele alınır. En güçlü isimler arasında Av. Fadıl Korkut, Hikmet Afif Mapolar, Rauf Denktaş, Nazım Ali İleri, Talat Yurdakul, Semih Sait Umar, İsmail Karagözlü, Erol Erduran, Argun F.Korkut, Samet Mart, Kemal Müderrisoğlu sayılabilir.
Nisan 1955'te başlayan yıldırma hareketlerinin tesiriyle yeni yetişen kalemler, farklı bir dönemin temellerini atarlar.
Rumların adayı Yunanistan'la birleştirme idealine dayanan tedhiş hareketlerinde hedef önceleri İngilizlerken sonra Türkler de hedef alınır.
Özker Yaşın, Oktay Öksüzoğlu, Ülkü İrfan Yıldız, Mehmed Levent, Orbay Deliceırmak, Süleyman Uluçamgil ve Türkiye'den gelen Arif Nihat Asya ile Osman Türkay gibi şairlerin yanında Kutlu Adalı, İsmet Kotak, Fuad Veziroğlu, Oğuz Kusetoğlu, Ahmed Tolgay ve Üner Ulutuğ da düzyazı, gazete yazarlığı ve tiyatronun önde gelen isimleridir.
1964'ten 1974'e kadar gençlerin grup halinde Türkiye'ye yüksek öğrenime gitmeleri edebi çalışmaları genişletir. Yazı türlerinde çeşitlilik görülür. Milli konuların ağır bastığı dönemde Özker Yaşın, Oktay Öksüzoğlu, İlkay Adalı, Mehmed Levent, Sevgül Osman, Kamil Özay ve Fikret Demirağ önemli isimlerdir.
Dönemin bir başka zengin dalı tiyatrodur. Kutlu Adalı, Üner Ulutuğ, Bekir Kara ve Ahmed Tolgay bu dalda; Fuad Veziroğlu, Eşref Çetinel, İsmet Kotak ve Numan Ali Levent hikaye dalında isim yapmıştır.
İnceleme ve araştırma niteliği taşıyan eserler de bu dönemde ortaya çıkmaya başlar. Hasan Şefik Altay, Mahmud İslamoğlu, Oğuz Yorgancıoğlu, Kıbrıs'ta Türk folklor ve kültürüyle ilgili çalışmalar yaparlar.
1974'teki Türk Barış Harekatından sonra şiir dalı gücünü ve sayıca çokluğunu koruyacaktır. Fikret Demirağ, Mehmed Levent, Mehmed Yaşın, Neşe Yaşın, Hakkı Yücel, Kamil Özay, Feriha Altıok, Neriman Cahid, Filiz Naldöven, Nice Denizoğlu, Barış Burcu ve Bülent Fevzioğlu şiir; Timur Öztürk, Mustafa Gökçeoğlu, Ali Nesim hikaye; Ahmed Gazioğlu ve Sabahattin İsmail roman; Özden Selenge piyes; Nevzat Yalçın anı dalında önde gelen isimlerdir.
Bu yıllardan sonra özellikle araştırma-inceleme niteliği taşıyan eserlerin sayısında artış görülür.
Oğuzca adıyla anılan Batı Türkçesi zamanla iki ana devreye ayrılmıştır. Bu ayrılma Batıda Osmanlı Türk Edebiyatını meydana getirirken, Doğuda da Azeri Türk Edebiyatı teşekkül etmiştir. Aslında gerek Doğu, gerekse Batı Oğuzcası 13, 14 ve 15. yüzyıllarda pek farklılık göstermez. Selçuklulardan sonra ortaya konulan edebiyatta her iki Oğuz ağzının temelini teşkil eden dil unsurları mevcuttur. Onun içindir ki, EskiAnadolu Türkçesi diye adlandırdığımız Batı Türkçesinin ilk zamanlarında ayrılık görülmez ve bu devir Türkçesi her iki ağzı birleştiren bir hususiyete sahiptir. Fakat zamanla Oğuz Türkçesi içinde ortaya çıkan iki daire belirli dil unsurlarını kendilerinde umumileştirerek ayrılma yoluna gitmiştir. Bu ayrılma ilk zamanlar pek ileri değildir. Hatta tarih içinde güçlü ve devamlı bir edebiyat olan Osmanlı Edebiyatı, sadece Azeri sahasında değil diğer Türk illerinde de kendisini hissettirmiştir. Bu irtibat sadece kültür sahasında olmamış,Osmanlı, yeri geldikçe son zamanlarda bile elinden gelen yardımı bu Türk ülkelerine esirgememiş, Türkçenin ve Türk Edebiyatının gelişmesinde mühim rol oynamıştır. Hatta Halili gibi meşhur şairler Osmanlı sarayı tarafından da himaye edilmiştir. Azerbaycan'ın siyasi ve kültür tarihinde Osmanlının bu bakımdan mühim bir yeri vardır. Bütün Türk dünyasında olduğu gibi Azerbaycan ile olan münasebet bugünkü kardeş Türk Dil ve Edebiyatının temelini teşkil etmiştir. Bu noktadan hareket eden Gaspıralıİsmail ve diğer Türk kültür birlikçileri Türk dünyasını tek bir yazı dilinde birleştirmek fikrinde kısa zamanda başarıya ulaşmışlar ve Osmanlı Türkçesinin tek bir yazı dili olmasını istemişlerdir. Bu ise Osmanlı Türklüğünün diğer Türk illerini görüp gözetmelerinin ve onlara duydukları yakınlığın neticesinden başka bir şey değildir. Sırf bu irtibatı koparmamak için bazı Osmanlı şairleri Doğu Türkçesi (Çağatay Türkçesi)nde gazeller bile yazmışlardır.
Zamanla ayrılmaya başlayan Azeri Türkçesi dil coğrafyası itibariyle Doğu Anadolu, Güney Kafkasya ve Kafkas Azerbaycanı, İran Azerbaycanı, Kerkük ve Irak-Suriye Türklerini içine almaktadır. Azeri Edebiyatı daha çok şiir dili olarak kuvvetliliğini kurmuştur. Bu bakımdan Azeri sahasında Türk Edebiyatının çok kuvvetli şairleri yetişmiştir.
Azeri sahası Türk Edebiyatı, 14. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar pekçok şair, nasir ve sanatkar yetiştirmiştir.
On dördüncü asırda Azeri Türkçesi Edebiyatı:
Bu yüzyılın Azeri sahasında yetişen önde gelen şairi Nesimi (ölm. 1404)dir. Şiirlerinde heyecan ve lirizm hakimdir.
Bu asrın kudretli şairlerinden birisi de Kadı Burhaneddin (1344-1399)dir. Kadı Burhaneddin, Oğuzların Salur kabilesindendir. Kayseri'de tahsile başlamış, sonra Mısır'a gitmiş, bilhassa fıkıh sahasında derinleşmiştir. Şam'da Kutbeddin Razi'den akli ve nakli ilimler okumuş sonra Ertena oğlu tarafından Kayseri'ye kadı olarak tayin edilmiştir. Ertena Beyliğinin dağılması üzerine 1381 yılında Sivas'ta sultanlığını ilan etmiştir. Etrafındaki beyliklerle mücadelelerde bulunmuş, nihayet 1399 yılında Akkoyunlu hükümetini kuran Karayülük Osman Beyle yaptığı savaşta yenilmiş ve idam edilmiştir.
Divan'ı vardır. Divan'ında kaside, gazel ve tuyuglar bulunmaktadır. Şiirlerine tasavvufun inceliklerini yerleştirmiştir. Ancak bazı gazellerinde muhteris bir şahsın maceracı ruhu aksetmektedir. Fıkıh sahasında Arapça olarak yazdığı eserleri vardır.
Bu asrın Azeri Türkçesi Edebiyatı içinde ayrıca kayda değer şair ve nasirleri içinde Erzurumlu Mustafa Darir gelmektedir. Eserlerini çeşitli yerlerde yazan ve Mısır'da Türkçecilik Cereyanına katılan Kadı Darir, daha çok Osmanlı Türkçesiyle yazmıştır. Ondaki Azerilik, Osmanlı Türkçesinin tabii seyri içindedir. Yusuf ile Zeliha adlı mesnevisinin yanında üç ciltlik Siretü'n-Nebi adlı eseri vardır. Bu bakımdan Türk Edebiyatı içinde ilk siyer yazarıdır. Siyerinde yer alan şiirleri bir hayli liriktir. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi anlatırken yazdığı şiirlerden bazısı Türkçede mevlid türünde öncülük etmektedir. Şiirlerinde Gözsüz ve Darir mahlasını kullanmıştır. Yüz Hadis Tercümesi ve Fütuhu'ş-Şam Tercümesi adlı eserleriyle bilinen eserlerinin sayısı dörde çıkmaktadır. Yalnız Yusuf ile Zeliha'sı değil, nazmının kudretini diğer eserlerinde de göstermiş ve vak'aları yer yer şiirle de ifade etmiştir. Samimi ve açık bir anlatıcılığı olan Kadı Darir'in hikaye etme kabiliyeti çok yüksektir. O bu bakımdan Türk Halk Edebiyatı içinde müstesna bir mevkie sahiptir.
On beşinci yüzyılda Azeri sahası Türk Edebiyatı, en kudretli şairlerinden biri olan Habibi'yi yetiştirmiştir. Çobanlık yaparken bir tesadüf eseri Akkoyunlu Hükümdarı Sultan Yakub'la karşılaştığı zaman o, henüz çocuktur. Çoban çocuk ile ona sorular soran padişahın adamı arasında geçen hadiseyi öğrenen sultan, çocuğun zeka ve cesaretine imrenerek himayesine almıştır. Habibi bu sayede ilim ve edebiyat sahasında kendisini yetiştirmiş ve asrının büyük şairi olmuştur. Sultan Yakub'dan sonra Safevi hükümdarı olan ve Şiiliği ihdas eden Şah İsmail zamanında ona Melikü'ş-Şuara ünvanı verilmişse de bu kudretli şair Safevi sarayını terk ederek Sultan İkinci Bayezid-i Veli devrinde İstanbul'a gelmiş ve burada vefat etmiştir. Evliya Çelebi, Habibi'nin Sütlüce'deki Caferabad Tekkesi civarına gömüldüğünü kaydetmiştir. Onun İstanbul'a gelişinde akidesine bir halel gelmemesi düşünülebilir. Çünkü bazı kayıtlarda Şah İsmail'den bahisle“...oğlu habis İsmail, tarikat-ı batılayı ihdas ederek...”şeklinde yer verilmiştir. Gerçekte onun dedeleri Erdebilli olup, sünni idiler. Azeri cemiyetinin hayat şartlarının doğurduğu sebepler yüzünden Osmanlı sahasına Habibi'nin dışında; Hamidi, Şahidi, Süruri, Basiri, Kabili, Bidari ve Halili gibi şairler de geçmişlerdir.
Habibi şiirdeki kuvvet ve kudret yönünden Fuzuli ile Nesimi arasında bir köprü gibidir. Gazellerinde aşıkane ve safiyane bir eda vardır. Türkçesi açıktır. Dini kültürünün geniş olduğunu şiirlerinden öğreniyoruz. Fuzuli onun şiirlerine nazireler söylemiştir. Bu bakımdan o Fuzuli'nin yetişmesinde de vazife yüklenmiştir.
Azeri sahasında yaşayan ve Türk Edebiyatının en büyük şairlerinden olan Fuzuli de 16. asrın şairlerindendir. Bağdat'ta yaşayan şair Safevi idaresi altındaki bu yerde Safevi hükümdarlarından iltifat görmemiştir. Ancak Osmanlı hakimiyeti zamanında itibara kavuşmuş ve pekçok eser yazmıştır.
On yedinci yüzyıl geçmişe nispetle Azeri Türkçesi Edebiyatının sönük bir devresini teşkil eder. Sarayda Farsçanın hakimiyeti, şairlerin hemen hepsini Farsça söylemeye yöneltmiştir. Bu asırda kayda değer şairlerin başında Tebrizli Saib(1591-1671) gelmektedir. İran Edebiyatına Hind üslubunu getiren Saib daha çok hikemi şiir tarafındadır. Bu yönüyle Nabi'ye tesiri görülür. Divan'ından başka Kandeharname ve Mahmud-Ayaz adlı mesnevileri de vardır. Divan'ında Türkçe-Farsça mülemmalar da mevcuttur. Farsça şiirlerinin bir kısmı zamanındaki şairlere nazire olarak yazılmıştır. Beyaz adını verdiği müntehabat mecmuası onun zevkinin bir başka yönüdür. Bütün manzumeleri beyit olarak sayıldığında 120 bin beyti bulmaktadır. Bu itibarla asrının önde gelen şairidir.
Bu asrın kayda değer şairlerinden birisi de Tarzi'dir. Avşar Türklerinden olan bu şair Şah Safi tarafından taltif edilmiştir. Türkçe kelimeleri Fars dili gramerine uydurarak söylemesi onun diğer bir tarafıdır. Ancak tabii Türkçe ile yazdığı şiirleri uzun zaman varlıklarını devam ettirmişlerdir. Yine bu yüzyılda “Te'sir” mahlasını kullanan Türk ailesine mensup diğer bir şair Mirza Muhsin'dir. Asrın sonlarına doğru şöhret kazanmıştır. Fakat ekseri şiirleriniFarsça yazmıştır. Türkçe gazelleri azdır.
Mesihi bu asırda Azeri Türkçesi Edebiyatının mesnevi vadisindeki temsilcisi durumundadır. Varaka ve Gülşah, Zemburu Asel ile Damu Dane adlı mesnevilerini zikretmek yerinde olur.
Asrın hükümdar şairi Şah İkinci Abbas'tır. Saltanatı sırasında alim ve şairleri himaye eden Şah İkinci Abbas, daha çok bu yönüyle hizmette bulunmuştur. Sani mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler söylemiştir. Şah İkinci Abbas'ın vak'anüvis tarihçisi olan, Şah İkinci Safi'nin de vezirliğini yapan Mirza Tarih Vahid Tebrizi de bu yüzyılın şairidir. Divan'ı Türkçe ve Farsça şiirleri ihtiva etmektedir.
Melik Bey Avcı ile Müştak ve Mevci bu asırda zikre değer diğer şairlerdir. Bunlar Kavsi-i Tebrizi ve Saib de dahil Nevai ve Fuzuli gibi üstad şairlerin mektebine dahildirler.
Sadıki bu asrın Azeri Türk Edebiyatında Mecmaü'l-Havas adlı tezkiresiyle yer almıştır. Sadıki, Tezkiresi'nde bu sahada yetişen şairlere yer ayırdığı gibi Osmanlı sahası şairlerini de ihmal etmemiştir.
|
|
|
|