OSMANLI ORDUSU EYALET ASKERLERİ
Önceleri Osmanlı ülkesi eyalet ve sancaklara bölünmüştü. Eyalet bugünkü deyimle il demekti. Genellikle Vezirler, Beylerbeyi, Mirmiranlar; sancaklara da Mirliva ve Beyler memur edilirdi. Bunlardan vezirlerden gayrısına "Ümera" denirdi.
Osmanlı devleti salt bir askeri hükümet olarak kurulduğundan, vüzera ve ümera sivil devlet işlerine bakmak ve düzenlemekle beraber askeri görevleri de yerine getirirlerdi. Böylece ülkenin barış zamanında güvenliği ile birliğini yani disiplinini sağlar, savaş zamanında da maiyetlerindeki mevcut askerleriyle savaşa giderlerdi.
Devlet hazinesinin doğrudan doğruya yararlandığı gelir kaynakları; müslüman olmayanlardan alınan vergiler, gümrük, madenler, tuz ocakları gelirleriyle, komşu devletlerden ve mümtaz eyaletlerden "Maktuat" adı ile alınan vergilerden oluşurdu.
Bu gelirlerin büyük ve önemli kısmı olan aşar gelirleri has, zeamet ve tımar adlarıyla yukarıda adı geçen vezirlerle ümeraya ve aşağıda bahsolunacak tımar ve zeamet sahiplerine bırakılmıştır. Bunların dirlikleri yani geçimleri için kendilerine bırakılmış olan gelirleri oranında olmak üzere sefer zamanında bir miktar asker çıkarmaları özel kanunla saptanmıştı.
Yasaya göre geliri yılda yüzbin akçeyi geçen birliğe has adı verilirdi ki, bunlar vüzera ve ümeraya verilirdi. Eyalet paşalarının hassı bir buçuk milyona, sancak idaresine memur olanların has sı ise beşyüzbin akçeye kadar yükseltilebilirdi.
Has sahibi olan eyalet paşaları ve sancak beyleri savaşa gittikleri zaman hasları kaç yüz bin akçe ise, her beşbin akçesi için bir cebelû yani silahları gelişmiş ve savaş kabiliyetleri üstün bir süvari götürmeye zorunlu idiler. Fakat bunlar kendi haslarıyla barış zamanında da daire hakkı adında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Savaşa, bütün daireleri halkı ile birlikte giderler ve yasa gereği olarak göndermekle yükümlü oldukları askerlerin birkaç katını yanlarına alırlardı.
Eyalet ve sancaklardan bazılarının fethi sırasında ondalık gelirleri has, zeamet, tımar biçiminde ayrılmış ve bölünmüş olmadığından, bütün ondalık ve diğer gelirler doğrudan doğruya devlet hazinesine kalırdı. Bu gelirlerden o yörenin memurları ile ayni yörenin güvenliğini koruyan askerlerin salyane (özel maaşları} alındıktan sonra geriye kalan gelirler İstanbul'a gönderilirdi. Eyalet ve sancakların bu yoldaki yönetimine salyane usulü denirdi.
Önceleri salyane ile yönetilen iller; Bağdat, Basra, Halep, Mısır, Cezayir gibi birkaç eyaletten meydana gelirken, sonraları bu yöntem gittikçe genelleşmiş, yayılmıştır.
Şimdiye kadarki açıklamadan anlaşıldığı gibi eyalet askeri barış zamanında da kısmen silah altında bulundurulur ve kısmen de şimdi olduğu gibi redif ve müstahfız askerlerine benzer bir şekilde savaş zamanı silah altına alınırlardı. Aslında eyalet askeri, yerli kulu piyadesi, serhat kulu ve topraklı adı ile anılan süvari askerinden meydana gelirdi.
Yerli Kulu
Yerli kulu piyadesi aslında Eyalet Paşalarıyla Sancak Beylerinin komuta ve yönetimleri altında bulunur, subayları da bunlar tarafından atanırdı. Yalnız görevlendirildikleri sürece maaş ve tayınları eyalet ve sancağın yönetimine göre ya adı geçenler tarafından veya devlet hazinesinden ödenirdi. Bu askerler şu beş sınıftan meydana gelirdi.
Azab
Sekban ve tüfekçi
İcareli
Lağımcı
Müsellem
Azab
Bekâr anlamında kullanılırdı. Tersane ocaklarında çalıştırılan bir askeri sınıfa bekâr olmaları koşulu ileri sürüldüğünden ötürü Azab denirdi. Taşrada hizmet gören Aazblar sayıca sınırlı ve belirli olmazlardı. Birbirlerine uyum ve bağlılıkları olmamak üzere yurdun mülki bölümüne göre birçok küçük müfrezelere bölünürlerdi. Bu müfrezelere de kapıkulu ocaklarındaki bölünmeye göre Orta adı verilirdi.
Her sancak ve ildeki azablar Azabağası, Azab Katibi adında iki, her orta da Odabaşı ve Bayraktar adlarında iki subayın komutasında bulunurlardı.
Sekbanlar
Olağanüstü gereksinim durumunda kendi istekleri ile hizmete girerek çalışan köylülerden meydana geldikleri için yerli kulu piyadesinin en aşağı sınıfı sayılırlar ve bu sınıfa Hristiyanlar da kabul edilirlerdi.
Azab ve sekban sınıfları sonuna kadar yerli kulu piyadesi arasında kalmışsa da, zamanla önemleri kaybolduğundan yerlerine tüfekçi adında bir piyade sınıfı kullanılmıştır
Her 50—60 tüfekçi bir bayrak sayılır ve gönüllü subay adında bir subayın komutasında bulunurdu.
Her sancak ve eyaletteki tüfekçi bayrakları tüfekçi başı denilen bir subayın komutasına verilirdi. Önemli eyaletlerden üçer veya beşer tüfekçi başı bulunduğundan bunlardan birine serçeşme adı verilir ve şimdiki Zaptiye Albay Beyleri yerinde tutulurlardı.
İcareliler
Sadece sınırlarda bulunan kent ve kalelerde kullanılan yerli topçulardır. Bunların subayları kuşkusuz topçuluk bilgileri bulunması gerektiğinden Eyalet Paşalarının komutasında bulunmak üzere İstanbul'dan gönderilirlerdi. Buna da Topi ya da Topçu Ağası denilirdi. Bu topçulara ücretli olarak çalıştırılmalarından icareli denmiştir.
Lağımcılar
Sınır üzerinde bulunan bazı Önemli kalelerin ansızın sarılabilmesi düşüncesi nedeniyle, bu gibi hallerde karşıt lağım muharebesini yönetmek üzere barış zamanında da bu kalelerde lağımcılar bulundurulurdu. Çoğunlukla Hristiyan taba olan bu lağımcılar İstanbul'dan Lağımcı Başı adıyla gönderilen bir subayın komutasına verilirdi.
Müsellemler
Eski askeri terimimi/ce çarhacı adı verilen öncünün ilerisinde hareket ederek Padişah ordusunun geçeceği yollan ve geçitleri onarımla görevli olduklarından bunlar yalnız savaş zamanı toplanırlardı. Barış döneminde vergiden bağışık olduklarından, bunlara müsellem denilmiştir. Aslında müsellemler rumeliye özgü ve çoğunlukla Hrİstiyanlardan meydana gelirdi. Anadolu'da ise bu sınıf asker genellikleİslâmlardan kurulur ve adına da yörük denirdi.
Serhat Kulu
17. yyl başlarına kadar Osmanlı Devleti'nin hiçbir komşu hükümet ile çizilmiş ve saptanmış sınırları olmadığından serhat akıncıları barış döneminde bile fırsat buldukça çeteye gitmek denilen, komşu ülkelere saldırı, yağma ve çapul yaparlar bunlar da anlaşmalara aykırı sayılmazdı. Bu nedenle uzun süre sınır beyliklerinde kalan Mihaloğulları ve Evrenoszadeler gibi eski soylu aile üyeleri, Osmanlı ve yabancı tarihlerinde "Akıncı" adıyla anılan hafif süvari askerlerinin başında bulunarak akınlardan olağanüstü güç ve iktidar kazanmışlardı.
Sınırlar saptanmağa başlandıktan sonra bile, akıncılık tamamen ortadan kaldırılamamıştır. Bunun ürerine hükümet, düşman tarafından gelebilecek saldırıya karşı koymak ve fırsat düştükçe "çeteye gitmek" üzere sınırlarda "Serhat Kulu" denilen süvari sınıfından askerin sürekli olarak konulmasını ve kullanılmasını gerekli görmüştür.
Bu Serhat Kulu :
Deli (Delil),Gönüllü,Belsi denilen başlıca üç sınıftan oluşurduysa da, bunlara sonraları levent ve hayta isimli iki sınıf daha eklenmiştir. Bunlardan her elli altmış kişisi bayrak adında müfreze meydana getirir, bu müfrezelerin birkaçı Deli Başı adı verilen bir subayın komutasında bulunurdu. Birkaç Deli Başının askeri Alaybeyli ya da Serçeşme adı verilen bir büyük subayın eşliğine verilirdi.
Yurtiçinde bu saydığımız asker sınıflarından bazıları Eyalet Paşalariyle sancak beyleri nin halkı arasında yerli kulu piyadesinden sayılarak yörenin asayişinin sürekliliğini sağlamakta da çalıştırılırlardı.
Topraklı Süvarisi
Bu süvari askeri has, zeamet ve tımar sahipleri ile savaşta bunların yasal olarak çıkarmağa zorunlu bulundukları cebelulardan oluşurdu. Barışta da devlet tarafından kendilerine gösterilen toprağın aşar geliri ile geçimlerini sağladıklarından bunlara topraklı denilmiştir.
Evvelce de anlatıldığı gibi Eyalet Paşaları ve sancak beyleri has sahibi oldukları gibi, saltanat başkenti ile eyalet ve sancakların ileri gelen memurlarına da geçimlerini sağlamak üzere has verilirdi. Bunlar çoğu zaman hasların kendileri tarafından atanan yerli bir ümena (emin güvenilen kimseler) aracılığıyla toplarlardı. Savaşta ise yukarıda anlattığımız gibi hasların her beşbin akçesi için bir süvari çıkarmaya zorunlu olurlardı.
Has, atanma ile olduğu halde zeamet ve tımar çocuklara geçerdi. Kayıtlı gelirleri yirmibin akçeden yüzbin akçeye kadar olan dirliğe zeamet denirdi. Bunun asıl baş kalemine, yani temeli oluşturan yirmibin akçesine "Kılıç Hakkı" ve ödül olarak da yüzbin akçeye kadar sonradan alınan hak ve tahsis olunan miktarına "Terakki" denirdi.
Zeamet sahibi kayıtlı bulunan gelirin her beş bin akçesi için, en üstün silahlarla donatılmış bir süvari erini savaşa götürmeğe zorunlu idi. Zeamet, Başkent ile eyalet ve sancak merkezlerinde bulunan bazı memurlara da bedeli karşılığı verildiğinden, zeamet sahiplerinin kendilerine bırakılan arazinin başında bulunmaları koşulu ileri sürülmezdi. Babadan evlada intikal eden zeamet sahipleri kendi vatanlarının subay ve sahibi, ülkelerinin ocakzadesi bulundukları için, halk bunları büyük görmüştü. Kendileri de soylulukları ile övünen görkemli kişiler olduklarından, barış döneminde, tımar sahipleri ile birlikte, ilçe ve köylerin asayişinin korunmasını ve düzenini tamamiyle sağlayabilirlerdi. Böylece, kendilerine bırakılan arazinin kalkınmasından maddi olarak yararlandıklarından, ülkenin bayındırlığına ve servetin çoğalmasına olağanüstü çaba gösterir ve çalışırlardı.
Gelir kayıtları üçbin ya da altıbin akçeden yirmibin akçeye kadar olan dirliğe "Tımar" adı verilirdi. Bunun, "kılıç hakkı" denilen üçbin ya da altıbin akçesinden sonra her bir katı için tımar sahibi savaşa bir süvari götürmeye zorunlu bulunurdu.
Tımar, bazı kalelerin korunmasında çalıştırılan erlere ve sınırda bulunan camii şeriflerin imam ve hatipleriyle Padişah Sarayının hizmetlilerine verilebilirlerdi. Bunlardan birincisi ve en çok olanları eşkinci tımarı adındaki kişilerdi ki, kesin olarak kendi topraklarında oturmaya zorunlu idiler. Ancak savaş zamanında muharebeye giderlerdi.
Dirlik sahibi olanlar aşar gelirleri kendilerine bırakılmış olan toprağın yasalara göre sahibi sayılırlardı. Bu arazilerin ürününü, yasal olan aşarını kendilerine almakla beraber mahlülat ını yani doğrudan varisi olmadığı halde ölenlerin vakfa kalan miraslarını isteklilere devretmek, ferağ ve intikal halinde belirli olan harcı ödetmekle tapu senedi vermek hakkı vardı. Ancak toprağın ekim hakkı köy ve kasaba halkından, toprağı kullananlara ait bulunurdu. Zamanla tımar ve zeamet usulü kaldırılmış olduğundan, aşar gelirleri maliye hazinesince, ferağ ve intikal harcı, defteri hakani (Tapu ve Kadastro Bakanlığı) nezaretince alındığından dolayı mirasçısı olmayan araziyi başkasına devretmek de ortadan kalkmıştır.
Her sancakta bulunan tımar ve zeamet sahipleri ile bunların çıkarmaya zorunlu oldukları atlılar savaş zamanı sancak beyinin bayrağı altında toplanır, sancak beyleri de bağlı oldukları Eyalet Paşasının komutasında olarak savaşa giderlerdi.
Savaşa memur olan tımar ve zeamet sahiplerinin onda biri hem yurdu koruma görevinde bulunmak, hemde arkadaşlarının dirliklerinin işlerini düzenlemek üzere korucu adiyle sancaklarında kalırlardı.
Sayıları yüzelli bini geçen bu süvari kuvvetinin savaş zamanı iaşe işleri de has, tımar ve zeamet sahiplerine aitti. Muharebede meydana gelen kayıplardan boşalan yerlere geçmek ve kahramanlıklar göstermek suretiyle yararlanmak için gönüllü adı ile savaş zamanı defterlere kaydolmamış olan bir hayli atlı savaşçı da bu süvari kuvvetine katılırdı.
Osmanlı Devletinin Kırım Hanlığı, Erdel Krallığı, Eflak ve Buğdan Emaretlerinden oluşan mümtaz eyaletlerinden de savaş zamanında Padişah Ordusuna kuvvet verilerek yardım olunurdu.
Bu mümtaz eyaletler tımar ve zeamete bölünmüş olmadığından, askeri sınıfları kendilerine özgü bir biçimde kurulmuştu. Tümünün askeri kuvveti de kırk elli bin süvariden oluşurdu.
OSMANLI DONANMASI
Önceleri deniz askerleri tersane ocakları denilen birkaç ocaktan oluşur, "Tersane Halkı" ile "Harp Sınıfından olmak üzere iki bölümden meydana gelirdi.
Her iki bölümün âmir ve komutanı "Kaptan Paşa" idi. "Tersane Kethüdası" ve "Tersane Ağası" da deniz askerlerinin büyük rütbeli kişilerini meydana getirirdi. Sonraları "Kapudane-i Hümâyun" adını alan birincisi Kaptan Paşa'nın muavini olup, ikincisi ise bunun yokluğunda vekalet ederdi.
Tersanede çalışan tersane halkı azablardan oluşurdu. Bunlar Reis, Odabaşı, Aşçıbaşı adlarında üç subayın komutasında bulunur, reise "gardiyan başı" da denirdi.
Azablar her biri beş altı kişiden oluşmak üzere birçok küçük ortalara bölünmüş bulunur, tersane nöbet beklemek, subayların filikalarını çalıştırmak, İzmit'ten kereste getirmek ve zindanda bulunan hükümlüleri muhafaza etmek gibi görevleri yerine getirir, bir kısmı da kalafatçılık yapardı. Azabların bir sınıfı da top ve humbara atışı gibi askeri eğitimler de yaptıklarından gerektiğinde bunlar aşağıda sayılacak savaş sınıfında da görev alırlardı.
Tersanede Tersane emini; tersane katibi, liman katibi, zindan katibi gibi bazı subaylar' da hizmet görürlerdi.
Deniz askerinin harp sınıfı;
Levendler
Tımar ve zeamet kişileri
Tayfalar
Forsalar
dan oluşurdu. 17. yy sonunda bunlara "kalyoncu" adıyla bir sınıf daha eklenmiştir.
Osmanlı kıyılarında bulunan bazı sancaklardan "Kaptan Paşa Eyaleti" adıyla meydana getirilen eyalette, yöresel asayişi sağlamak için, diğer eyaletlerdeki "Yerli Kulu" askerlerine benzer, sancak beyleri tarafından kullanılan askerlere "Levend" adı verilmişti. Bunlar gereğinde savaş gemilerine Tüfekçi erleri olarak yani silah taşıyarak katılırlardı. Levendler arasında rumlar da çalıştırıldığından, bunlara da "Levend-i Rumi" denirdi.
Kaptan Paşa eyaleti de öteki eyaletler gibi, has, zeamet ve tımar'a bölündüğünden, Padişah Donanmasının hareketi halinde adı geçen eyaletlerin zeamet ve tımar sahipleri ile bunların yasal olarak çıkarmağa zorunlu oldukları "Cebelu" lar da silahlandırılmış olarak padişah donanmasına katılırlardı.
Her savaş gemisinin deniz hizmeti, "Tayfa" adıyla 20-30 kişiye verilmişti. Tayfalara "Oda Başı" adında bir subay komuta ederdi. Savaş gemilerinin büyük kısmı küreklede hareket ettirildiklerinden, çoğunlukla suçlu ve esirlerden oluşan Forsa lar kürekçilik görevini yaparlardı. Her gemide bu forsa lar Gardiyan başı adında bir subayın gözetiminde bulunurlardı.
Tutsaklar arasında en kıdemlisine reis adı verilir, O da geminin kılavuzluk işini görür, dümene de bakardı. Akdenizde özellikle Adalar Denizinde kıyıların doğal oluşumlarından dolayı fırtınalı havalarda sığınabilecek birçok yerler bulunduğundan, Osmanlılar rüzgarın esintisine uymaya zorunlu olmayarak kendileri her an denize egemen olabilmek için kürekle yüzen küçük gemilere daha ziyade önem vermişlerdir. Fakat sonraları büyük gemilerin gerekliliğini kavramışlardır. Tam arma ve yelkenli olan bu gibi büyük gemilerin manevrası silah fenninde özel maharet istediğinden, kalyon adıyla inşa olunan büyük gemiler için kalyoncu adiyle bir sınıf gemici askeri daha kurulmuştur.
Donanma, Kaptan Paşa'nın emir ve komutasında olarak denize açıldığı zaman onu meydana getiren fırka ve filoların emir ve komutası beylerbeyi ve sancak beylerine aitti. Başlangıçta bu gibi komutanların başkaca adları yoktu.
Sonraları fırka ve filo komutanlarına patrona ve piyale denilmeye başlanmıştır. Bu adlar da denizcilikte rütbe sırasına geçmiştir ki, bugün birincisine Ferik, ikincisine Liva denilmektedir.
Eyalet Teşkilatı: Devlet teşkilatında en büyük idarî bölüm eyaletlerdi. Eyaletler; sancak, kaza ve nahiyelere bölünmüştü. Eyaleti beylerbeyi, sancağı sancakbeyi yönetirdi. Eyaletler gelir bakımından salyaneli ve salyanesiz (yıllıklı ve yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılırdı. Eyaletlerin merkez teşkilatına benzer bir idare tarzı vardı. Şehirler, kadı tarafından idare edilir, emniyet, subaşı tarafından sağlanırdı.
Siyasi ve Hukukî İdare: Osmanlı Devletinde esas itibariyle İslam Hukuku uygulanırdı. İslâm hukukunda açıkça belli olmayan konular, bu hukukun ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla, şeyhülislâmların fetvaları ve kanun ve kanunnameler şeklinde düzenlenirdi. Yasama yetkisi padişahındı ve padişah adına yapılırdı. Medenî hukukta Hanefî mezhebinin hukuk sistemi tatbik ediliyordu. Ceza hukuku ve diğer sahalarda sultanî hukuk da denilen örfî hukuk uygulanmaktaydı.
Osmanlı hukuk düzeni içerisinde idare, maliye, ceza ve benzeri konularla ilgili alanlarda padişahın emir ve fermanlarında bulunan değişik meselelerle ilgili kanunnameler vardı. Osmanlı Devletinde ilk kanunname, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481), ikinci kanunname ise Kanunî Sultan Süleyman tarafından çıkarıldı. Bu kanunnamelerde, saltanatla ilgili konular yanında reaya ve Müslüman halkın devlet düzeni içindeki davranışlarını belirleyen hükümler vardır.
Büyük ve uzun ömürlü devletler, üstün adaletle ayakta dururlar. Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklar da olmuş ise de, ömürleri kısa sürmüştür. Kendisine mahsus özellikleri, bilhassa kendi dışındaki dinlere tanıdığı haklar, daha doğru bir ifadeyle, diğer dinlerin işlerine, ibadetlerine ve âdetlerine karışmamak gibi özellikler gösteren Türk adaleti, dünya milletlerine örnek olmuş, yüzyıllar öncesi kavuşulan bu seviye; bugünün medenî denilen milletleri tarafından halâ yakalanamamıştır. Bu sebepledir ki, F. Dowey'in dediği gibi "16. yy’da bir çok Hıristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hıristiyan ülkelerindeki yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkesine gelip yerleşiyorlardı." F. Babinger ise "Osmanlı ülkesinde herkes kendi halinde, bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dinî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı" demektedir.
Osmanlılarda bir ücret karşılığı vazife gören devlet memurları vardı. Bir de şehirlerde oturan esnaf ve tüccarlar, köylerde oturan ve devletin temelini teşkil eden çoğu üretici köylüler verdi. Bunlara reâya denirdi. Vergi vermesi, nüfusun büyük kısmını meydana getirmesi bakımından köylü, devlet için halkın ve tebaanın esas kesimi sayılıyordu. Üretici güç, büyük ölçüde köylülerin elindedir. Bu güç olmaksızın ordu ve devlet mümkün değildir.
Şehirlerin dışında kalan ve köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu, daha çok tarım, hayvancılık ve değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı. Bunlardan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler, şehir ve kasabalara gidip, kendileri için elverişli olan işlere girerlerdi. Kabiliyetli olanlar ise daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi.
Osmanlı Devletinde kuruluşundan itibaren, devlet idaresinde yürütme ve yargılama gücü ayrı olarak düşünülüp uygulandı. Eyalet yöneticileri padişahın yürütme yetkisini, kadılar da yargılama yetkisini temsil etmekteydi. Osmanlılar, bu iki kuvvet ayırımını, âdil bir devlet idaresi için esas kabul ederlerdi.
Toprak İdaresi: Osmanlılarda beş türlü toprak vardı: 1) Mülk; milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı haraçlı, çoğu öşürlü idi. Mülk plan toprak dört türlüydü. Birincisi, köy, şehir içindeki arsalar veya köy yanında olup, yarım dönümü geçmeyen yerlerdir. Bunlar mîrî toprakken devletin izniyle, millete satılmış yerlerdi. İkincisi, devletin izniyle millete satılan mîrî tarla ve çayırlardı. Buraların mahsulünden uşr verilirdi. Üçüncüsü uşrlu, dördüncüsü haraçlı topraklardı. Bu dört çeşit toprağı, sahibi, satabilir, vasiyet edebilir, varislerine miras hukukuna göre taksim olunurdu. Mîrî toprağı kiralayan kimse, her şey ekebilir veya kira ile başkasına ektirebilirdi. Üç sene üst üste boş bırakılan toprak başkasına verilirdi. Kiracı, mîrî toprağa izinsiz ağaç, asma, vb. dikemezdi. İzinsiz bina yapamaz ve mezarlık haline getiremezdi. Kiralayan kişi ölünce, toprağın, varisine verilmesi âdet haline gelmişti. 2) Mîrî topraklar. Ülkenin çoğu böyle olup kiraya verilirdi. Sonraları çoğu, millete satıldı, öşürlü oldu. 3) Vakıf toprakları olup, öşürlü idi. 4) Umuma terk edilen meydanlar, çayır ve benzeri yerlerdir. 5) Beyt-ül-malın (hazinenin) ve hiç kimsenin olmayan dağlar, ormanlar gibi yerler olup, buraları işletip ürün alan Müslüman ahali , öşür verirdi. Öşürlü veya haraçlı toprağın sahibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa, bu toprak hazinenin olurdu.
Osmanlılarda fetih veya sulh yoluyla hakim oldukları yeni ülkelerin arazisini tespit etmek için tahrir yapılırdı. Tahrir, nüfus ve arazinin genel olarak deftere kaydedilmesine denirdi. Bir yerin tahriri yapılacağı zaman, 'muharrir-i memleket' veya kısaca muharrir denen memur ve yardımcıları görevlendirilirdi. Arazi; padişahlara mahsus hâslar, vezirlere ve sancakbeylerine mahsus hâslar, zeâmet ve timarlar, padişahlara mahsus vakıflar, diğer vakıflar, mülkler olarak çeşitli türlere ayrılırdı. Sonra muharrir, şehir, kasaba ve köyleri birer birer dolaşarak, buralarda oturan vergi mükelleflerini, künyelerini, içlerinde ödemeyecekler varsa, hangi vergilerden ne sebeple muaf tutulduklarını kaydederdi. Ayrıca topraklı ve topraksızları, evlileri, bekârları, ihtiyarları, sakatları, zanaat sahiplerini ve ilmiyeye dahil olanları tespit ederdi. Sonra her köyün merası, kışlağı, yaylağı, korusu, ormanı, çayırı, cins cins gösterilmek şartıyla, buğday, arpa, mısır, nohut, ceviz, üzüm,bal, sebze, meyve, pirinç gibi ürünlerin yılık miktarlarıyla, verilmesi gereken vergi belirlenirdi. Bütün bu bilgilerin toplandığı deftere 'mufassal' denirdi. Mufassal defterdeki bilgilere göre; idarî teşkilatla köy isimlerini ve yıllık gelirleri gösteren icmal defterleri çıkarılırdı. Çok ince bilgilere göre tutulan bu defterler, tapu hükmündeydi. Bu tahrirler; günümüzde de, Türkiye ve dışarıda kalan Osmanlı toprakları için değerini korumakta, hudut ve arazi meselelerinin halline yaramaktadır. Osmanlı Devletinin toprak idaresini ve sisteminin uygulamasını, devrin başka bir devletinde görmek mümkün değildir.